KİTAPLAR SAYFALAR HİKÂYELER / 4 Mayıs 2024/Cumartesi
Yoğun bir sis kaplamıştı odayı. Elindeki çubuk yanıyor, dumanı ciğerlerinden geçip sise karışıyordu. Bilgisayarın ışığı odayı loş bir şekle bürüyordu. Kalktı. Bir duvardan diğer duvara gözünü kapatıp yürüdü. Yolu, gözleri kapalı alabiliyordu. Gözünü dört açmadan. Bu durumda arıların da gözlerini altı açtıklarını düşündü. Penceresinin önünden hiç arı geçtiğini görmemişti.
Kuş seslerine kulak kesildi. Salondaki muhabbet kuşu da karşılık veriyordu onlara. Ayaklarının altından her adım atışında çıkacak yaprak hışırtılarını duymayı özlemişti. Ormanda yürüyüşü. Yürümeyi sürdürdü. Kaç kafes ederdi yaşadığı ev. Krokisini çıkardı gözlerinin önünden. Kapıları saydı. Altı kapı değişik adlar verilen odalara açılıyordu. Yedinci kapıdan çıkınca gökyüzünü görebildiği kadar, apartmanların arasında kalan gökyüzünün altında özgür olduğu düşüncesi onu ürpertti. Kelebekler, arılar, uğurböcekleri, ateşböcekleri, kuşlar, orman… Büyük özgürlük alanı, alabildiğine uzanan gökyüzü. Gökyüzünün altında kalan yurdu. Evi. Tavandan sarkan avizeler her odada vardı. Ayaklarının altında beton, başının üzerinde beton, çevresinde beton… Niçin? Her şey modern yaşamak için düşünülürken, şimdi farklı düşüncelerle kendini hapsettiği kafes.
Kuş sesleri. Özgür müydü onlar? Sokak kedileri, köpekleri, özgürlük yanılsamasıyla yaşayan kent hayvanları… O da bir hayvan değil de neydi? Gökyüzüne uzanan binaların arasında küçücük görünen, budanmış zayıf dallarında kuşlara ev olan ağaçlar. Kendisini özgür sanan kuşlar, daracık alanla sınırlı yurtları… Özgürlük düşleri olamaz kentteki hayvanların. Dilden dile anlattıkları destanlar, her dönemde değişiyor olmalıydı.
Ciğercinin kedileri, ev kedileri… Çöpleri karıştıran köpekler, sahipli köpekler… Şimdi onlara eşlik eden egzotik evcilleştirilmiş hayvanlar. Tavana dayanmış dallarıyla, büyük bir saksıda yetişen yuka. Hepsini evden çıkartsa özgürlüklerine kavuşmuş olmayacaklarını biliyordu. Örneğin salondaki kafesin kapısını açsa, pencereyi de açsa; uçup gitse muhabbet kuşu. Kediyi bıraksa, ciğercinin kedisi olsa. Köpekleri salsa… Nereye? Onun gibi daracık gökyüzünün altında özgür olduklarını mı düşünmeliydi? Bu kabus olmalıydı. Çocukluğunu düşündü. Özgür olmaları için çizilen sınırlar içinde geçen çocukluğundaki yeşillik; ormanda yapılan piknikler; deniz kenarında kumdan kaleler yapmak ve hapsetmek kendini prenses prens gördüğü kalelerde… Bu da onun yanılsamasıydı. Özgürlük neydi? Düşten başka neydi? Uyumak gözleri açık. Uyanmak gözleri kapalı. Kapatmak ve bir daha açmamak da var ya.
Gün bitti diye yazdı. Yattı. Karanlıkta gözlerini kapalı gördü kendisini. Alabildiğine uzanan gökyüzü, yaylanın sonsuzluğa uzanması, ufukta gökyüzünün sonsuzluğa doğru uzanışı… Şenlikler, halaylar… “Buraya güzel bir dinlenme tesisi kurulabilir,” dedi, yanına ne zaman geldiğini fark etmediği iyi giyimli, saçları dökülmüş, kısa boylu, göbeğini taşımakta zorlanan bir adam. Bir sigara yaktı. Ona da uzattı. Uzun ömürlü olmak için kullanmadığını söyledi, onu geri çevirdi. “Yapacak çok iş var. Daha bitmedi. Ölmek zamanı değil,” dedi adam. Cebinden telefonunu çıkardı ve para transferlerini gerçekleştirdi. Hesabına yatırılmış paraları inceledi. Ağaçlar kesilmeye başladı, temel atma törenleri yapıldı. Uyandım. Ter içinde kalmıştım.
Üretmek yalanını kim söyledi ilk olarak. Fabrikada çalışmaya başlamış. Üretmek önemli demişti. Ürettiğinden fazlasını tüketiyordu. Bankadan gelen yeni mesajda, uygun faizli krediyi yalnızca o ve onlar için uygulanmaya başlandığı açıklanıyordu. Bana da mesaj geldi. Kredi kartımın limitini artırıyorlarmış, aylık gelirim hesaplanmış ve… Verdiği limit kazancımın beş katıydı. İtiraz ettim. Taksitli alışveriş yapmıyorum çünkü önceden deneyimledim. Çığ gibi büyümüş, kredi çekmiştim borcumu ödemek için. Bir bardak su içtim, bütün odaları arşınladım. Kaç adım? Yüz yirmi metrekare kaç adım eder?
Bitti dedim. Bitsin artık. Uyumalıyım. Ucu bucağı görünmeyen bir sahilde kumlara uzandım. Kıyı boyu ayaklarım ıslanarak yürüdüm. İrili ufaklı çakıl taşları…Yürüyebildiğim kadar özgürüm. Ufuk denizin diğer ucunda. Kente arkamı döndüm.
Ah, dedim, ah. Kaç kişiyi aldattın yalanlarla, yalanlarına inandırdın? Yaşlanmış olmalısın. Antik kente göç ettim. Kimlik çıkartmama gerek yoktu. Onları inandırdım, savaştan kaçmıştım ve onların askeri olacaktım. Kaç talan gördün? Kaç savaştan kaçtın? Şahit oldun savaşlara. Bu dünyada insana dar ediyorlar hayatı, insan olduğuna inandığım insanlar tarafından. Uyandım. Bir bardak su içtim. Lavaboya zor yetiştim. Akşam yediğim yemekleri kustum. Kırmızı domateslerden, biberden parçalar iri iri. Diğerleri erimiş. Ama sindirilmemiş. Bu dünyayı nasıl sindireceksin içine?
Sabah her zamanki saatte uyanacaksın, dedim. Kitaplar okuyacaksın. Okunacak ne çok şey var. Her şey ne hızlı değişiyor! Midem… Midem için bir ilaç aldım dolaptan. Yuttum. O kadar kolay değil oysa yutturulanları indirmek, sindirmek… Kustum yine.
Ah, dedim. Yine sabah olmakta. Güneş doğacak. Ben onu öğle saatlerinde, bir saatliğine gökyüzünde görebileceğim balkondan. Verne’in kitaplarını okuyacağım. L. da Vinci’nin eskizlerine bakacağım. Kuantum okumalarım var, kurbağa gibi sıçramak için.
Uçak sesi var. Bu saatteki uçuşlar oldukça ekonomik. Ucuz ve indirimli uçuşlar için birkaç ay sonrasına bilet alacağım. Tatile iki ay var. Zaman daraldıkça fiyatlar artıyor. Bugün ekmek alırken ne kadar olduğunu soracaktım ama sormadım. Çünkü ekmek dolabının camına yapıştırılmış kâğıtta, kötü bir el yazısıyla on lira olduğunu yazmışlar. Acaba ilçe merkezinde yarım kokoreçle bir ayran kaç para oldu?
O gökdelenlerde oturmayacağım. Bunun için seviniyorum. Oturduğum evden memnunum. Her şeyim var evde. Bir parça bir şey alsam, koyacak yerim yok. Atılacak bir şey de yok, ne güzel.
Kurbağa… Kurbağa… Suyun kenarında. Suya bakınca Tanrıyı görüyor olabilir mi? Sait Faik olsaydı bir parça bulut görür, sonra da odasında oturur yazardı daktilosunda. Belki de bir ağaç altında cebinde buruşmuş bir kâğıda not alırdı, bir daha söyleyemeyeceği cümleleri. Yazdığını da bir daha yazamayacaktı o anda yazmasa. Yazmasa deli olurdu. Annesi canlanıyor gözümün önünde. Boş ve buruşuk kâğıtları uzatıp ona “Boş bunlar boş,” diyor. Beş para etmiyor onca ağırlığı taşıyan öyküleri, kahramanlarının omzuna yüklenen ağırlığı kadar etmiyor.
İçeriden mektup aldım. Sayın yazar, diye başlıyor. Tanımıyorum, kimdir, nedir? Bir fikrim var elbette. Kaç yıldır içerde, seksenlerin başında girdiği hapishanede. Bedeller ödetiliyor. Acaba dışarı çıkınca… Utanıyorum, yazamayacağım. Ne mahalle aynı mahalle, ne sokaklar, ne de evler. Bahçeleri gül fidanlı tek katlı evler… Arama boşuna. Gökdelenlerin pencereleri, ufka değil, karşı gökdelene bakıyor. Geçenlerde önündeki yoldan geçti taksici. Yolu uzattı, fazla para ödedim. Yüz liralık yola, yüz yetmiş lira ödedim. Bir kâğıt uzattım, iki kâğıt para aldım. Cüzdanımda çok para var. Şişkince diyebilirim. Beşlikleri, onlukları, yirmilikleri sıraladım. Bir tane de iki yüzlük vardı, onu da taksiciye verdim.
Martılar uyandı. Kargalar da… Kedilerin mart bağırışları hâlâ kesilmedi. Yavrulayanlar da oldu ama. Giriş katının penceresini patileriyle tıklatan üç kedi. Sesini işitiyorum.
Bitti. Gerçekten bitti bugün. Ayın beşinden, beş saat on beş dakika almışız. Zaman ne kadar hızlı geçiyor. Keşke bu zamanlara bıraksaydım geçmişi anlatımımı. Nostalji derdim, yaşlanma belirtisi der geçerdim. Lanet okunmaz zamana. Hele de zaman daralmışsa. Yaşamak için hâlâ, yüz yaşındaki kadın acile kaldırın beni diyor. Yaşamak böyle bir şey. Ölmek istersin, ölemezsin. Yaşamak istersin ama ölürsün.
Emo, Karadut, Yuka. Şimdi sıra geldi yapay zekalı bir robota. Uyum sağlayabilecek miyiz ona? Kovmalı. Kapıdan içeri adım atmamalı. Vurmalı. Yerin altından değil, üstünden de sesler geliyor; neşeli, yaşam dolu, duyguları olan insanların. Vurmalı. İshak! Ne kadar koruyabildi çiftçi kendisini? Yaşlandıktan, eli ayağı tutmaz olduktan sonra, yurdundan olacaklar topluca ardından gelen kuşaklar. Uyuyor olacaklar gözleri açık. Uyanmaya gereksinmem var. Yatmalı. Ütopik rüyalarım da bölük pörçük artık; ütopik kitaplar okumayandan bu yana.
Bitti, diye sesleniyor Karadut. Yeter artık, biz uyanmak istiyoruz.
Bir yanıt bırakın