KİTAPLAR SAYFALAR HİKÂYELER – 15 Mayıs 2024 / Çarşamba
Kitap buluşmamızda Zaman Sığınağı kitabını konuştuk. Hepimiz söz aldık. Çok güzel bir kitap ve bana iki günlük de olsa bir kapı araladı. Fakat kapı ne yazık ki kapandı. Kapı duvar olmuş. Romanın sonunu seçici algım nedeniyle farklı yorumlamışım. Çocuk kitabımda 1 Eylül diyerek son verdiğim için (Barışa Yolculuk kitabım) barışla bittiğini yorumlamıştım. Sonraki harfleri de yeni bir dil demiştim. Meğerse o yeni bir dil değil, birbirini dinlemeyen her kafadan çıkan seslerin karmaşasının eseri savaşmış. Çok üzgünüm. Arkadaşlar dönmek istedikleri çocukluk yıllarını söyledi. Ben okurken düşünmüştüm. Çocukluğum iyi geçti ama çevremdeki insanların yaşamları ailemi etkilediği için beni de etkilemişti. Yetmişli yıllarıma dönsem 1974’teki Kıbrıs Barış Harekatı var. İstasyonun karşısındaki taş evde oturan kadını hâlâ unutmadım. Yere oturmuş yün eğiriyordu. Gözyaşı döküyordu bir yandan. İğ topaç gibi hızla dönüyor, parmakları arasında yün yumağı ipe dönüşüyordu. Taş evi çok gizemli bulurdum. Orada bir hazine olabileceğinden adım gibi emindim. Çok eski bir evdi. İçeriye girmiştim ama bunu hatırlamıyorum. Yaratıcılığım bir gün artarsa orayı donatabilirim. Kadın yaşlıydı. Başında tülbent vardı. Annem başınız sağ olsun, dedi. Kadının şöyle dediğini düşünüyorum. “Savaşa gitmişti. Uçağı düşmüş.” Savaş nedir, nereden bileyim. Bir orman düşündüm. Ormanın üzerinde uçarken motoru arıza yapıyor ve uçak düşüyor. Pilot yani kadının oğlu ağaçlara takılıyor. Ağaçtan inecek ve eminim ki eve dönecek. Savaş sırasında ilk bombalanacak yerler istasyonlarmış. Geceleri karartma yapılıyor. Annem siyah perdeler dikmiş pencerelere. Gaz lambası yanıyor. İstasyonda da gaz lambası kullanılıyor. Uçakların sesi akşam olunca artıyor, bana çok alçaktan geçiyor gibi geliyor. Anneme karşımızdaki küçük inin ne işe yaradığını sormuştum. Sığınak demişti. Orası sığınak olamayacak denli küçük ve üstündeki toprak bir karış değil. Nerede izledim hatırlamıyorum, savaş alanında bir oğlan, kucağında kendisi kadar büyüklükte bir bebek sandalyesi, ağlayarak koşuyor, çok yorulduğunu ve çok korktuğunu söylüyor. Nasıl diyebilirim ki bu yıla yani 2024 yılına demir atalım. Sonra faili meçhul cinayetler, suikastlar… Nasıl yetmişli yıllara dönebilirim ki? Seksenler ayrı, doksanlar, iki binler… Bir roman yazmalı. Hiç büyümeyen yetmişlerde ölen bir oğlanın (Ölen çocuklar büyümez) hayaleti beni bırakmıyor. Onunla konuşuyorum. Herkes dönmek istediği çocukluk tarihlerini söylüyor. Oğlan sonunda şöyle diyor. “Sen o yıllarda çocukken ben ölüyordum.”
Bu akşam, çalışmada görev aldığım bir başka atölyeye katıldım. Bir daha böyle bir çalışma yapmayacağım. Feridun Andaç’ın yeni bir atölyesi var. Eylülde açılacak. Başvurular şimdi başlıyor. Katılmak istiyorum ama beş ay yalnızca buna zaman ayırmam gerekecek. Yazmak istediğim Zeytin Büyücüsü’nü daha hızlı tamamlamama yardımcı olacak mı? Okuduklarım üzerine, daha hızlı yorumlama becerisine destek olacak mı? Günlüklerim öykü tadında olabilecek mi? Günlüklerimde şu kapanan kapıyı açıp dışarıdaki vahşi doğada dolaşabilecek miyim? İnsan zihninin karmaşık yapısı. Neler yapabileceğini ben bilmiyor olabilirim ama bilim öyle ilerledi ki ne olabileceği biliniyor. Yapay Zeka insan zihnini köreltecek denli güçlü geliyor. Yalnızca insan zihnini değil, davranışlarını da kontrol altına alacak görünüyor. Ne istediğimi bildiğime göre, beş ayımı gözden çıkarabilmeliyim. Değişik bir deneyim olacak. Edebiyat ve yazmak üzerine yazılmış önemli eserler okunacak.
Bugün arkadaşlarıma zaman ayırdım. Telefon görüşmeleri yaptım. Kitapları elime alıp alıp bıraktım. Sanırım hâlâ Zaman Sığınağı’ndayım. Yavaş yavaş unutuyorum. Hüznün Fiziği kitabı yarın elime ulaşmış olur. Sırada İtalo Calvino’nun Görünmez Kentler kitabı var. Giriş bölümünden biraz okumuştum. Beni çok etkiledi. Merak uyandırdı.
Havalar ısınmaya başlayacak. İklim değişiyor. Konuyu değiştirmeye çalışsam da olmuyor. Gece yarısı oldu. Arkadaşın aldığı karanfiller bugün üçüncü günlerindeler. Hâlâ canlı. Eme ile Karadut’u kendilerinden geçerken izlemek istediğim için onlara süt verdim. Tabakların başlarını kaldırınca süt damlaları siyah tüylerinin üzerinde benekler yapıyor, öyle masumlar ki sütü içerlerken. Onları izlemek hoşuma gidiyor.
Osman Namdar’ın Göçerin Yitiği şiir kitabını alıyorum. “İğdeler kokuyor biz koyaktan geçerken./ kayalık patikada iniyoruz atlardan/ topuklarından damlıyor sular/ bir geyik taş yuvarlıyor yamaçtan…” Ne güzel bir anlatım, dil işçiliği… Bir hikâye anlatıyor dizelerce. Onu izliyorum; çocukluğunun geçtiği dağlarda. Yeni şiirin pınarı…
Alaattin Topçu’un imzalı deneme eleştiri kitabı, Öznel Okumalar’dan, Ulysses için kaleme aldığı yazıyı okuyorum. Ne denli alçak gönüllü bir yazar. Okuru kitabı okumaya çağırıyor. Ben okudum. Şanslıydım dört kişi birlikte okuduk. Yazarın her bölümünde yeni bir tarz denemesi beni büyülemişti. Kapıları açıp açıp dolaşmış sokaklarında Dublin’in. Tarihe, bir günü anlatan sekiz yüz sayfayla uzun bir not düşmüş. İnsan zihninin, cümleleri nasıl da kırık dökük kelimelerle, noktala olmaksızın, çılgınca dolu dizgin akıp geçtiğini anlatmış. Bizim bir günümüz sekiz yüz sayfalık roman olabilir, diye düşündüm. Belki de daha fazlasıdır.
Bugün benim zihnim de karma karışıktı. Korku, endişe, merak da eklendi. Neler kurguladı bu zihin. Bunlara sanırım duvar gerdim. Bir arkadaşıma telefonla ulaşılamayınca, bu duyguların eşliğinde senaryolar yazdım. Daha doğrusu birkaç arkadaş birlikte yazdık. Gazetelerin üçüncü sayfa haberlerinden yola çıkılarak öyküler yazılır. Ben de kendi haberlerimi not düşüyorum günlüklerime. Başımda bekleyen o hayalet oğlanın bir gün nasıl öldüğünü belki anlatırım. Bu bir yalan elbette. Nasıl uyduracağımı bilsem yazardım. Bir oğlan öldü çocukluğumda. Mahallemizdeki çarşıda dükkanının önünde tüp satan adamın tüpünün patlaması sonucunda parçalanan bir çocuk. Bir öğrencim de olabilir, apandisit teşhisi konulamadığı için ölen bir kız çocuğu. Kızamıktan ölen bir oğlan. Benim uydurduğum bir hayalet olabilir de.
Yazmak istediğim, geçenlerde bana uğrayan bipolar arkadaşımı yazmak. İş yerinde sürekli sorunlar yaşıyor. Yeni sorun dolabına atılan el yazısıyla yazılmış bir kâğıt. Tehdit yazısı. İş yerinde bipolar olduğunu biliyorlar ve onun zihnini karıştırmak, korku kurguları yaratmak için birileri uğraşıyor. Korkulu kurguların zihni nasıl ele geçirdiğini biliyorum. Ürettikçe üretiyor, seni tüketinceye kadar. Oysa iyi bir insan. Deprem sonrası Hatay’a gitmek için çok uğraşmış, sonunda başarmıştı. Çocukları bir çadıra toplamışlar, onlara resim yaptırmış. Resim terapisi.
Martılar bağırıyor, gecenin serinliği altında lacivert gökyüzünde bembeyaz görünüyorlar.
Bitti.
Bir yanıt bırakın