KİTAPLAR SAYFALAR HİKÂYELER – 12 Mayıs 2024 / Pazar
Kitabın sonunu her ne kadar bilsem de, otuz kırk sayfa içinde neler olduğunu merak ediyordum. Bir yandan da bitmesini istemiyordum. Gündüz sersemliğim üzerimdeydi. Haydi buluşalım, bira içeriz, demese evden çıkmayacaktım. Yürüyerek buluşma yerine gittim. O da yürüyerek geldi evden. Müthiş bir masa oldu; ne varsa sofrada. Patates, zeytin, turşu, patlamış mısır, tuzlu fıstık ve kırmızı şarap. Şarap aldık çünkü daha ucuza geliyordu. Bir kadehin ardından, bu kadar benden, dedim. Kafam güzel. Biraz daha koydu şişeden ve kocaman kadehin dibini örtünce başka istemedim. Ne yapalım, kadehler büyük. Yarım şişeyle dolabilir. Hiç durmadan yediysem de tüketemedim. Burayı eski Türk filmlerindeki yerlere benzettim. Aslında, diyerek, yabancı ülkelerde böyle yerlerin olduğunu söyledi. Etrafa baktım. Masalar, sandalyeler… Hepsi de buz gibi soğuk görünüyor; başka bir şey yok ki. Burayı ancak içki ısıtabilir. İkinci gelişimiz ve sanırım alıştık. Anneler günü için bana çiçek almış arkadaşım. Şimdi mutfak masasında vazoda duruyor karanfilleri.
Arkadaş, içki ve sohbet iyi geldi. Eve geldiğimde sersemliğim geçmişti. Kitabı okumak istiyorum ama istemiyorum da. Saatler ilerledi ve okuma zamanı geldi çattı.
Kitabı bitirdim ve bir hayal kırıklığı yaşadım. Farklı bir son olmasını dilerdim, diye düşündüm. Neden? Çünkü klasik romanlara benzemiyor. Klasik roman nedir? Aslında tanımını benim beklediğim üzerinden yapmalıyım. Kitabı kapadıktan sonra ya bu gerçek, kurgu değil. Dolanıp geldi bugüne, yazarın günlük hayatına. Bana sonunda bunun bir kurgu olduğunu açıkladı. Bunun kurgu olduğunu biliyorum ama neden bunu gözüme sokuyorsun ki? Bana bunun gerçek olduğunu düşündürüyorsun. Bir tür öğle sonrası düşü. Herkes geçmişe dönmek istese ne olur yazara göre, merak etmiştim sadece. Son satırdaki “1 Eylül” ve ardından gelen “ppptyrbbgg…” açıklaması neden? Evet düşündüm. Sonlar önemli değildir aslında. Günlük hayatımız sonlardan ibaret değil, bir şeylerin devamı. Sonladıklarımız net bir şeyler oluyor, bu da çok zorlamaların ardından geliyor. Son yok. Yaşayan insan için son, ölüm. “Zaman Sığınağı”. Roman boyunca yazarın kurgusuna eşlik ettim. Çok etkileyiciydi. Sonuyla da ayrı bir etki yaratmayı başarmıştı. 1 Eylül barış gününe, yeni bir dille uyanırsak ancak savaşlar son bulabilir. Edebiyat da yeni arayışlarla bu dili aramıyor mu zaten! Kitabı sevdim ve yazarın diğer kitaplarının da siparişini verdim. Zaman kavramını da ele aldığı için dikkatimi çekiyor. Bir çocuk kitabımı “1 Eylül” diyerek sonlandırmıştım. Bir başka çocuk kitabımda da zamanı ele almıştım. Zaman bir döngüydü, mevsimler gibi. Gidiyorduk ve bizlerin yerini birileri dolduruyordu. Mevsim şeridi gibiydi sınıf duvarındaki. Mevsimler gibiydi. Bir ömürdü. “Zaman geldi tatlım. Benim artık gitmem gerek,” diyerek ayrılacaktı kahramanımın annesi. “Zaman mı gelmişti?” sorusuyla başlar yavrunun sorgulaması. Bir başka kitabımda da “geçmiş şimdi gelecek” “gelecek şimdi geçmiş” diyordum. Bunlar okuduklarımın bana bıraktığı izlerdi. Daha fazlası var ama henüz olgunlaşmadıklarını düşünüyorum. Hiçbir zaman da son denilmeyecek. Ben nasıl diyeyim. Çok zeki insanların oyunlarında, hayata fırlatıldığım an oyunun oyuncularından biri olmuşum. Sınıfta çocuklarla oynadığım gibi bir şey bu. Ne söyleyeceklerini, nasıl davranacaklarını biliyordum. İstediğim şeyleri bu şekilde yaptırıyordum. Dört yıl onlarla birlikteydim ve işi olduğu kadar onları da öğrenmiştim. Şimdi… Düşünüyorum da çok mutlu çocuklardı. Ortaokul öğrencisi olduğunda bir öğrencim “Çocukluğumuzda oyun oynardık, şimdi hayat bizimle oynuyor,” demişti.
Uykum açıldı ya, başka bir kitaba başlamak istedim. Üç hafta sonra Feridun Andaç, Cumartesi Okumaları adlı programında İtalio Calvino’nun Görünmez Kentler adlı kitabı üzerine konuşacak. Bu kitabı okumak istiyorum. Ve…
Bu kitabı daha önce okumadım ama yazarın başka kitaplarını okumuştum. Okuduklarım hakkında hiçbir fikrim yok. Bu kitabı okusaydım da bugün fikrim olmayacaktı. Kayıp değil. Ama bir geç kalmışlık hissediyorum. Giriş bölümü oldukça uzun ve altını çizerek, heyecanlanarak, durup kalkıp dolanarak okudum.
Yapay Zeka’nın edebiyatta kullanılması hakkında düşündüm yine. YZ bize yaratıcılığı vaat etmiyor, anladığım kadarıyla. Kendimize yabancılaşmamıza hizmet edecek, olabilir mi? Kendi dilini oluşturarak, bize distopik bir gelecek yaratacak!? Kelimeler, metinler yüklenir hafızasına, ardından istenen kelimeler yüklenir ve anında çıktıları elimize bırakır. Bugün benzer çok kitap var ve bunlarla başa çıkmaya çalışılıyor. Elbette daha ucuza mal olacaktır. Bir deli yapay zekanın kuyuya attığı taşı bin akıllı çıkarmaya çalışılacaktır.
Çok önceden okudum. Nerede okudum hatırlamıyorum; aradıysam da bulamadım. Eski dönemlerde bir ülke varmış. Ülkede herkes büyü yapabilirmiş. İyi büyü yapmak serbestmiş ama kötü büyüyü ancak kral yapabilirmiş. Bunu okuyunca çok ilginç gelmişti. Düz okumada iyi kavramını kendimce iyi diye düşünmüştüm. Pek üzerinde durmamıştım. Kötü de düşmanlar için olmalıydı. Mutlu bir ülke hayal etmiştim. Şimdi bunun tersi de olabileceğini düşünüyorum. Ya da tersine çevrilmiş bir dünya söz konusu.
Tavuklar kafeslerinde iyi büyüler yapabilirler; yemlerini çoğaltabilirler, çok yumurtlarlar, yem su düşlerler, rüya görürler… Veteriner de içeri girip büyü yapabilir; kimi zaman iyi, kimi zaman da kötü büyü. Düşmanlarla savaşmak için kafeslerinden ayrılırlar. Ben yerde gezen tavukların ayrıcalıklı olduğunu hiç düşünemedim.
Doğaya yapılanlar, bir gün insanlara da yapılabilirmiş gibi geliyor bana.
Bitti.
Bir yanıt bırakın