KİTAPLAR SAYFALAR HİKÂYELER – 11 Mayıs 2024 / Cumartesi
Çocukluğumda -altı yaşım- evimizin oturma odasından, arka bahçe dediğimiz küçük bir bahçeye kapı açılırdı. Toprak yoktu yerde yine de bahçe denirdi. Saksılar diziliydi ve çiçekler çiçek açar solar sonra yine açardı (Karlar Kraliçesi’nde son olan bu cümle, tam olarak böyle olmasa da ben böyle yazıyorum). O yılların olmazsa olmazlarından sardunyalar. Keditırnağı, tül, mum çiçeği, kılıç, sarmaşık… Bir köşesi odunluktu. Diğer köşede bir ocak vardı. Annem ocağa kazan koyar, beyaz çamaşırları kaynatırdı. Kokularını bugün bile anımsıyorum ve hiç sevmiyorum. Hafta sonlarını hiç sevemedim.
Bahçede oturmuş çiçeklere, kömürlükteki odunlara, kömürlere bakıyorum. Hava güzel. Bir böcek…
Ne yazacağıma karar veremedim. Bir kelebek, desem, ne kadar romantik olduğumu düşünecektim sonraki okumalarımda. Melankoli tüm ruhuma sahip olacaktı. Kelebek demeyeceğim. Bir sivrisinek desem. Kan emici. Tenine konuyor ve bir şaplakla onu ezip geçiyorsun. Olduğu yerde, senden bir damla aldığı kanı görüyorsun. Başka bir bedenden çıkan senin kanın. Ne fena… Karasinek hem de kurt sineği olmalı. Onları öldüremem bir türlü. Annem yumurtalarının çok olduğunu, ölürken yumurtalarını bıraktığını ve böyle çoğaldıklarını söylerdi. Hiç araştırmadım. Bu açıklaması hep mantıklı gelmiştir. Başımın üzerinde uçuyordu. Elimle kovmaya çalışsam da uzaklaştıramıyordum. Beni iyice sinir ettikten sonra gitti. Yalnız kaldım. Çiçekleri izledim. Dışarıdan pisi pisi otu getirmiştim. Annem demişti ki “Kim tanelerini sapını kırmadan çıkarırsa para bulur.” Nerede para bulacak? “Sapı toprağa koyacaksın, bıraktığın yerde bir gün sonra para bulacaksın.” Başladım sapındaki taneleri koparmaya. İlk kez o gün başardım, sapını kırmadan tanelerini ayırdım. Hemen saksının içine koydum. Anneme söyleyeceğim.
İçeriden radyonun sesi geliyordu. Kulağa hoş gelen tatlı bir ses, diksiyonuyla insanı anlatımın içine alıyordu. Bu annemim hep dinlediği arkası yarın programıydı. İçeri girdim. Annem bana hırka örüyordu. Rengarenk. Sabırsızlıkla bitmesini bekliyordum. Arkasını örüyordu ve koltuk altına kadar gelmiş olmalıydı. Eğer kendini radyoya kaptırmaz ve zamanında kol kesintisine başlarsa, söküp yeni baştan örmesine gerek kalmayacaktı. Divana oturdum. Anne, dedim. Şııt radyo dinliyorum. Pisi pisinin sapını temizledim, saksıya koydum. Tamam canım, dedi. Ben de kulağımı radyoya verdim. Anton Çehov’un bir öyküsüydü. Ben daha çok radyo tiyatrolarını seviyordum. Farklı sesler, farklı tonlar ve renkler; duygular. Program bittikten sonra annem mutfağa geçti. Ben de dört yaşındaki kardeşimle odada oynamaya başladım. Bize ayrılan deftere kalemlerimizle resimler çizdik. Boyadık. Annemin okul araç gereçleri bir köşede duruyordu. Onları karıştırmayı çok severdim. Dün akşam neredeyse yatıncaya kadar fiş yazıp makasla tek tek kesmişti. Babam da yardım etmişti “Ali ata bak.” Artık bunu yazabiliyordum. A’yı öğrenmiştim. Her gördüğümde a diye okuyordum. A nerelerde yoktu ki. Ama benim adımda yoktu. Babamın adında bir tane vardı. Bize bakan ablamın da adında yoktu. Onun adını yazmayı öğrenmiştim. E… E ve i. Okuyabildiklerim. Fişi ezbere yazabilirim. İsminde E ve İ harfi olan ablamız her kelimeyi göstermişti. “Ali topu at.” sıradaki cümle. Renkli resimli kitapların resimlerine bakıyorum bir masal anlatıyorum. Anlattıklarım dinlediklerimle uymuyor. Çünkü ezberim yok. E ve İ harfli isimli ablamız masal okuyabiliyor bize. Annem de bazen kendi uydurduğu masalları anlatıyor. Aslında masal değil de daha çok öykü bunlar. İyilik yapan çocukları anlatıyor. Çalışkan çocukları. Uslu çocukları. Her denileni yapan çocukları. Bana onca dil döküyor ama ben, anlattıklarını yapmıyorum. İnatçı keçi. İki keçi bir köprüde karşılaşmış… Keçilerden biri benim diye düşünüyorum. Diğerinin kim olduğunu şimdi şimdi anlayabiliyorum.
Altın Çağ. Çocukluğun evi. İlk gençlikte asilik, büyümenin verdiği travmalar, yanlış anlamalar, korkular. Gençlik kendini tanımaya başladığın dönem. Evlilik anneliğe hazırlık, iyi bir eş olmak. Çalışıp eve katkıda bulunmak. Anne olmak ve sende olmayanları vermeye çalışmak. Yeni baştan çocuk olmak yetişkin kafasıyla, rol yapmak, iyi bir oyun çıkarmak. Sihirli bir değneğin olmasını dilemek. Çocukluğun acı ve unutulmayacak olaylarını anlatmak. Ağlamak. Koşuşturmaca. Emeklilik. Etrafa bakmak. Vay be! Özgürlük. Çocukluğun saf masum günlerini yani Altın Çağı’nı aramak. Anlatının değişmesi. Bir başka oyun için perdeleri açmak.
Kitabın bitmesine otuz dört sayfa kaldı. Sonunu her zaman yaptığım gibi okudum. “1 Eylül. Yygdrttt ggstrebvmnl…”
Bana kendi öznel tarihim kadar, ülkemin, dünyanın tarihini de anımsattı. Bana cümlelerime yeni kelimeler katmamı sağladı. Bana bir başka anlatımın olabileceğini ve bunu yapabileceğimi gösterdi. Bilmediğim anımsamadığım bir geçmişi yeniden nasıl kurgulayabileceğimi öğrendim. Her anlatı bir kurgudan ibaret değil de nedir ki!
Zaman Sığınağı adlı romanı G. Gospodinov yazmış. Metis tarafından basılmış. Zamanım olursa diğer romanlarını da okumak istiyorum.
Böyle bir şey distopya olmamalı. Var olmayan bir şeyi anlatmamız çok zor. Bugün dünyada, muhteşem geçmiş günlerine dönmek için uğraşanları görmek bu distopyayı gerçek kılıyor. Bir metafor değil de ne? Ama “gelecek şimdi geçmiş” ya da “geçmiş şimdi gelecek” diye kurduğum cümlelerimi daha net açıklayabiliyorum kendime.
Anlatacak çok şey olmalı. Ancak bir sayıklamanın ötesine, daldan dala atlayıp çorba yapmaktan öteye gitmeyeceği için bugünü bitiriyorum. Kalan sayfaları yarın okumaya karar veriyorum.
Bir yanıt bırakın