KİTAPLAR SAYFALAR HİKÂYELER – 10 Mayıs 2024 / Cuma
Vay be, diyordum içimden. Nasıl da uyandırmıştı içimde uyuyan geçmişi. Belki de yıllarca bunu beklemiştim. Geçmişin şimdi gelecek olduğunu. Kronolojik bir sıra izlemek istemiş, üç yaşlarına dönmüştüm. Annem mutfakta velisiyle konuşuyor, ben de açık pencerenin önüne oturmuş dışarıyı izliyordum. Gözüme sonsuz gibi uzanmış bir peron görünüyordu. Bir adam peronun ucuna gelmiş, eğilip sol tarafından gelecek kara trenin dumanını görmeyi boşuna bekliyordu. Boşuna diyorum çünkü babam başına kırmışı şapkasını takıp elinde bir tarafı yeşil, diğer tarafı kırmızı olan işaret levhasını alıp daireden çıkmamıştı. Yaşlı bir kadın, istasyonun uzun çatısının altında kalan gölgelikte ayakta bekliyordu. Gökyüzünde güneşi görebiliyordum, güneş de gözümü alıyordu. Biraz sarkıp daireye baktım, gözlerimi kıstım, güneş doğrudan bana geliyordu. Çok geçmeden babam daireden çıktı. Sonra da sesini duydum. “Tren tehir yaptı. Bir saat sonra gelecek.” Onu daireye girerken görebilmek için daha da sarkmıştım ki…
Kendimi aşağıda buldum. Babam yoktu. Adamla kadın birbirleriyle konuşuyordu. Fark edilmemiştim. Kalktım, üzerimi silkelemeden doğruldum. Dizim acımıştı, bir şey oldu mu diye eşofmanımın paçasını sıyırıp yarama bakmadım. Ayağımda terliklerim yoktu ve içeri çıplak ayak girecek, annem de bana kızacaktı. Onun sesini işitiyordum. Bir öğrencisinin sınıftaki davranışını anlatıyordu. Yaramaz bir çocuk. Benim henüz aklıma gelemeyecek okul yaramazlıkları. Çeşme suyunu açıp arkadaşlarının üzerine su atıyormuş. Yıllar sonra bunu anımsayacak ve ben de aynısını yapacaktım. Benim dışarıda olduğumu yani pencerede oturmadığımı fark etmemişti. Çay bardağında çevrilen kaşığın şıngırtısı hoşuma gitmişti. Bana paşa çayı verir mi, diye düşünmeden edemedim. Sokak kapısının önüne geldim. Kapı açıktı. İçeri girdim. Sessizce mutfağa geçtim. Pencere önündeki divana tırmandım. Annem “Ne işin var senin orada? Sen pencerenin önünde oturmuyor muydun?” dedi gülmeye başladı. Karşılık vermedim, boş boş yüzüne baktım. Pencerenin önüne çıktım, oturdum. Çay falan istemedim çünkü bana gülmüştü. Trenin gelmesini bekleyecektim. Annem in aşağıya dediyse de onun istediğini yapmadım. Onun istekleri değil, benim isteklerim daha önemliydi. Sözünü dinlemediğim için pencerenin camını kapattı. Ben de sokak kapısının önündeki terliklerimi giyip dışarı çıktım. İzin almadan, sormadan, haber vermeden. İstasyon memuru dairesinin kapısı önünde gitmek için henüz çok küçüktüm. Babam yanına gitmemi istemiyordu. Oysa ben gizlice peronun her bir köşesini gezip ezberlemiştim.
Bunu nasıl hatırladığımı bilmiyorum. Açıklaması yok. Annem her zaman bu olayı anlatır ama kısaca anlatır. “Pencerenin önünde oturuyordun, bir baktım dışarıdan geldin, mutfağa girdin ve pencerenin önüne oturdun yeniden.”
Sessizce hatta gizlice dairenin kapısına gittim ve içeriye baktım. Babam hiç konuşmuyordu ama dinliyordu. Telgrafın düğmesindeydi parmakları ve tık tık tık seslerini çıkarıyor, çıkan sesleri de dinliyordu. Telefon çaldı. Masasına döndü ve telefonu açtı. Bir ucunu kulağına, diğer ucunu ağzına yaklaştırıyordu. Ne muhteşem bir şeydi telefon dedikleri. Babamın söylediklerini anlamıyordum. Anlamını bilmediğim birçok kelime vardı.
Ben bir yaşımdayken TRT kurumu yayın hayatına başlamıştı. Şimdi yıl 1970. 31 Mayıs. Babam cam kutuda, siyah beyaz olarak maçı izlemiş ve sonunda “Goool!” diyerek yerinden fırlayıp bağırmıştı. Fenerbahçe, Türkiye Şampiyonluğunu kazanmıştı. Saat on ikiden sonra bu kutudaki karıncaları izlemeyi çok severdim. 4 mayısta Vietnam Savaşına katılan Türk askerlerinin ölüm haberleri geliyordu. Siyah ceketlerinin yakasına kırmızı kurdeleli sarı madalya takan, mermilerin şans eseri kendilerine gelmeyen askerler, istasyona çok takılıyorlardı. Başlarında siyah kalpakları olurdu.
Radyo annem evde olduğunda hep açıktı. Kimi defa haberler veriliyordu ama annem özellikle türkülerin söylendiği zaman mutlu oluyor, şarkıya mırıldanarak eşlik ediyordu. 28 Martta Kütahya’da olan depremi de cam kutudan öğrenmiştik. Annem o gün ağlamıştı. Ben ona bakarken gözlerim yaşarmış, parmaklarımda yanaklarımdan süzülen yaşları silmiştim. Annem benim ağladığımı fark etmemişti. Kardeşim bir yaşındaydı ve yerde, bez bir bebeği ayağında sallıyordu. Elindeki oyuncağı almadım, yoksa ağlardı. Divandan inip bebeğine bildiğim ninniyi mırıldandım. “Uyuun da buyusun, tıpş tıp yurüsün.”
1970 köpek yılıydı ve ben de köpekler kadar sadıktım aileme. Perondan aşağıya inmeyeceğimi söz vermiştim ama daha çok trenin altında kalmaktan korkmuştum. Henüz trenin altında kalan bir insan görmemiş ve duymamıştım. İki koyun kara trenin demir tekerlekleri altında kalışını gördüğümde yıl 1975’ti. Köpek yılında çok köpek gördüm. Perona çıkıyorlar, ağaç gölgeliklerinde, çeşme önünde oturuyorlardı. Çeşme önünde dikilip yolcuların çeşmeyi açıp plastik kutulara su bırakmaları için bekliyorlardı. Onların dilini anlamasam da ne dediklerini duyuyordum. Suuu! Yemeeek! Gölgeee! Anlamını bildiğim başka kelimeler de vardı. Çok sevdiğim bir köpek uzun bir süre görünmez oldu. İstasyondan uzaklaştırıldığını, çok uzaklara bırakıldığını ama sonra yolu bulup geldiğini öğrendim. Ben de çeşmeyi açmayı öğrendim ve kaba su doldurmaya başladım. Dört ağaçtan birine, dut ağacına diktim gözlerimi. Tırmanacak yaşa ne zaman geleceğimi düşündüm. En erken tırmanabileceğim ağaç dut ağacıydı. Eğriydi ve küçüktü. Kediler çıkabiliyordu. Dutları tatlıydı, babam bize dut toplardı. Bazen annem bir çarşaf çıkarır ağacı silkelerlerdi. Tıpır tıpır düşerdi beyaz iri dutlar. Şeker gibiydi tatları. Diğer üç ağaç büyüktü ve düz dikti gövdeleri. Ayağını koyacak bir dalları bile yoktu. Kebap kokusuna bayılırdım. Selçuk Aydın Nazilli arasındaki karayolu üzerinden geçerken her seferinde aldığım et kokuları bana o günleri hatırlatır. Sait Amca yok abiydi. Genç bir adam. Okula gitmek yerine, tüm hayatını bu perona ve küçük büfesine bağlamıştı.
Vay be, dedim kendi kendime. Her şeyi nasıl da anımsadım ama. Askerleri bile hatırlıyorum. Trenle görev yerlerine sevk edilen askerler. Yeşil kıyafetleri ve ayaklarına büyük geldiğini düşündüğüm siyah postallarıyla…
Bugün yürekten anladım. Şimdiye kadar okuduğum, dinlediğim hikâyelerin arkasında, oy verdiğimiz adamları gördüm. Bildiğim ama bilmezden geldiğim, unuttuğum ya da unutturulan tarihle olan bağları…
Vay beee! Üç yaşım ve 1970. Babam annemin fotoğrafını sanırım gizli çekti. Divanda oturmuş. Elindeki sazın sapına eğilmiş parmaklarına bakıyor, yanında kız kardeşim ayakta duruyor. Babama bakıyor. Ben divana oturmuş, ayağımda salladığım bebeğe “Annemi dinle. Bak ne güzel çalıp söylüyor,” diyorum. Arkasındaki duvar halısı rengarenk. Yan gelmiş bir kadın, elinde kahve fincanı annemi dinliyor. Kahvesini içtikten sonra anneme fincanını uzatacak, annem de onun falına bakacak. Kahve kokusu geliyor burnuma. Kahvem soğumuş ama yine kokuyor ya da duvar halısında yerde uzanmış kadının kahvesinin kokusunu alıyorum. Fal mı?
Akşamüzeri yaşlı bir kadın açık sokak kapısında içeri bakıp sesleniyor. “Kimse yok mu?” Annem mutfaktan çıkıp bakıyor. Bohçacı. “Kumaşlarım var. Dantellerim, masa örtülerim, çarşaflarım…” “İstemiyorum,” diyor annem. “Sen yine de bir bak. Siftah olsun.” Sokak kapısının önüne açıyor bohçasını… Düzgünce katlanmış, kat izinden başka kırışığı olmayan kumaşlar, çarşaflar, yastıklar… Renk renk… O gidiyor başka bir kadın geliyor.
“Süzme gözlüm, güzel dilber. Gel bi falına bakayım.” Annem onu içeri alıyor. Kadın küçük bir keseyi açıyor, içindeki taşları, kemikleri, baklaları döküyor. Hepsini eline alıp karıştırıyor. “Ne varsa hanende ne yazılıysa alnında çıksın falda.” Sen dışarı çık, diyor annem.
Eve geliyorum. “Sen dışarıda oyna, benim işim var.” Dışarı çıkıyorum. Annem ocakta şeker yapıyor. Şekerli su kaynıyor, kokusunu alıyorum.
Alacakaranlık oluncaya kadar sokak kapısının eşiğine oturuyorum. Tren geliyor. O gidiyor. Annem eve çağırıyor. Eve giriyorum.
Yıl 1974. Temmuz ayı. Yedi yaşındayım.
Okumak istiyorum. Zaman yorar mı insanı? Yaşlandırdığını biliyorum ama yorduğunu hiç bilmiyordum.
Bir yanıt bırakın