KİTAPLAR SAYFALAR HİKÂYELER – 8 Mayıs 2024 / Çarşamba
Son yazdığım bir öyküde şunu yazmışım “Geçmiş şimdi gelecek”. Bununla gerçek anlamda neyi anlatmak istediğimi düşündüm. İnsan, ömrü boyunca aynı anıları aynı şekilde anlatmaz. Günlükle anı arasında bir sınır olmalı bence. Hiç de ince olmasa gerek bu sınır. Geçmiş her yaşta anlatılan anılar toplamı sanki, çoğunlukla da aynı olaylar üzerinde döner dolaşır gibi. İşin ilginç yanı yaş aldıkça anlatımın değiştiğini, dilin değişmiş olduğunu arkadaşlarımda görüyorum. Bu değişimin, insanın artık değiştiğini ve o eski kişi olmadığını düşünüyorum. Bu sıralarda belli bir yaşın üzerinde olan yazarlar geçmişi daha çok anlatmaya gereksinim duyduklarını düşünüyorum. Gerek öykülerde gerekse de romanlarda geçmiş hemen hemen kendi yaşamlarında yer bulan tarihle ele alındığı izlemine kapıldım. Bugün hâlâ 1980’lerde yaşananları anlatmalarını bekleyen okurlar var, fuarlarda karşılışıyorum. Oysa o dönemleri anlatan çok kitap var ama yeni baskıları birçoğunun yok. Günlükler de var elbette. Onlar da unutturulmak istenirmiş gibi baskıları çok geçmişte kalmış. Kırk dört yıl dile kolay.
Bugün okumaya başladığım kitap bana “geçmiş şimdi gelecek” takıntımı anımsattı. Anlatılan geçmiş değiştiği ölçüde insan da değişir. Aynı dil ve bakış açısıyla yazılıyorsa onun değişmediğini düşünürüm. İnsan sürekli gelişime açıktır ve değişir. Değişmeyen yanı direnci, inatçılığını, umutları, inancı… Bu da nereden çıktı?
Yedi yıl olmuş çocuklardan uzak kalışım. Şimdiki kuşak çocukları kadar ebeveynlerini de tanımıyorum. Benim yazdığımdan çok farklı şekilde anlatmalarını bekliyorum ama bunu anlatırlarken de kurdukları cümlelerin üzerinde durmaları ve dili anlatımı özenle seçmelerini bekliyorum. Belki de gerçekten pedagoglardan destek almaları gerekecek. Bugünün ebeveynlerinin çocukluklarını, en azından benimle birlikte olanlardan anladığım kadarıyla, benim çocukluğumda yaşadıklarımı yaşamadıklarını biliyorum. Ne eksik kaldı da onların da çocukluklarını, otoriter bir ortamda yetiştiklerini hissetmelerine neden oldu? Öğretmen şiddeti yoktu; en azından şanslı sayılan belli bir kesim için. Birçoğunun eğitime yatırım yapan ebeveynlere sahip olduklarını da biliyorum. Çılgınca çalışma temposunda işlerini sürdürmelerini de çocukları için olduğunu söyledi bizim kuşak. Ne oldu? Sahi ne oldu? Bilmiyorum.
Okullarda artık öğretmenlere şiddet uygulanıyor. Öğrencisinden velisine kadar. Görünür şiddet kadar, görünmeyen psikolojik şiddet de cabası. Bunun için mi çalışıldı? Hatta Gezi Olaylarında da gençlerin yanında oldular, onları yalnız bırakmadılar. Bugün torunlarına bakıyorlar, parçalanmış aileleri onlar mı yarattı, bile isteye? Benim çocukluğumda geniş aileler olurdu. Her ne kadar benim ebeveynlerimin aileleri uzakta yaşıyorlarsa da bir arada olduğumuz zamanlar vardı. Geniş aile yapısı kadının evde kat kat ezilmesine neden oluyordu. Kız çocukları okutulmuyordu. Eşitsizlik kadar şiddet de vardı. Kadına, çocuğa… Şiddet aile içinde kalan, kimsenin karışmadığı, sessizce kabullenilmiş bir durumdu. Eşinden ayrılan kadının yaşadığı baskılara değinmeyeceğim bile. Ya benim kuşağım? Konuşarak sorunları çözmeye çalışan bir kuşağın kadınıyım. En azından böyle olduğunu düşünüyorum. İstedikleri her şeyi verdiğinde doyuma ulaşacaklarını ve ileri yaşlarında doyumsuz insanlar olmayacaklarını düşünmüştüm.
Bugün bir çocuk öyküsü okudum ve bunları düşündürdü. Çocukların ekran başında öğrendikleriyle masumiyetin, saflığın ortadan kalktığına tanık oluyorum. İş hayatının ardından bir araya daha sık gelebildiğimiz şu günlerde geçmişi arıyoruz; bizim kuşak. Kendi çocukluğumuzla karşılaştırıyoruz. Çocuklara başka şey anlatıyoruz, yetişkinlere farklı bir dille anlatıyoruz. Özen gösteriyoruz çocuklara anlatırken. Yaşananlara farklı gözlerle bakıyoruz. Kentle kasaba arasında o yıllar için mesafe çoktu. Yine de gidilirdi. Ama gidemeyenler de vardı elbette. Bugün İstanbul’da denizi görmeyen çocuklar kadar kadınlar da var. Okuma yazma bilmeyen kadınlar var aramızda. Üniversiteye gönderilmeyen bizden küçük kadınlar var ve hâlâ okuyamayanlar var. Yine de aynı düşüncede olduğumuza inanıyorum ya da inanmak istiyorum.
İlkokul sıralarında ABD’nin yardımı olan süt tozlarıyla beslenirdik. Ben de üçüncü sınıfa kadar bu süt tozlarından tüketmiştim. Demek ki yardıma muhtaçtık. Savaşları araya sıkışırsam mı? Nüfusu, çalışan insanın az oluşu, eğitimin olmadığı dönemler… Ebeveynlerimin çocukluğu daha da kötüydü. Ama en azından hepimiz aynı koşullar altında yaşıyorduk. Yokluk da vardı, yoksulluk çok olsa da. Kentlere göç yeni yeni başlıyordu. Yurtdışına çıkmak da benim çocukluğumda çoktu. Savaş sonrası Avrupa’nın ilerlemesi için çalışacak işçiler… Varlıklı olmak ne demekti bilmiyordum. Ne zaman dayım Almanya’dan güzel bir bebek getirdi, o zaman anladım. Daha önce görmediğim, belki de göremeyeceğim bir bebekti. Bu bebekle büyüyen çocukları düşünmüştüm. Ebeveynler, kendi ailelerinden beklediklerini çocuklarına vermek istermiş ya öyle bir şey benim de çocuğuma istediği her oyuncağı almamın nedeni.
Anneannem ve babaannem. Tatildi onlarla birlikte olmamız. Sevinerek giderdik anneannem. Orada her şeyi yapabilirdik, yaramazlık dahil. O nazımızı çekerdi. Ders yoktu. Kütüphane bile vardı, tek başımıza gidebildiğimiz. Anneannemi çocuklara da böyle anlatırdım sanırım. Babaannem kızardı ama bir şeyimizi eksik etmezdi. Sadece yaramazlık yapmamız istenmezdi. Büyükbabam elimizden tutar, bizi gezdirirdi. Kuzenlerim bizi parka götürürdü. Tezek yakıldığını söylemeden edemeyeceğim. Nasıl alınırdı yazmasam daha iyi. Ölüleri için çocuklara şeker dağıtılırdı, sıraya girer heybelerimizi açar beklerdik. Farklı kültürleri küçük yaşlarda öğrenmiştik. Onlara da uyum sağlayabiliyorduk. Uslu çocuklardık.
Onat Kutlar ilk kitabını bastırdığımda yıl 1977. İshak. Onun öykülerindeki gibi yaşadığı küçük yerleşim yerlerinde bunalan çocuklardık. Her ne kadar Ege’de olsak da. Farklı bölgelerde yaşayan yakınlarımızı ziyaret edip kendi yerimizi güzel bulsak da. Gitmek dedik. Gittik. İyi mi ettik bilemeyiz. İşi şansa bıraksaydık, neler olabileceğini düşünemiyorum.
Konuşuyorduk. “Çok çalıştım. Gece gündüz çalıştım. Önüme iş çıktıkça elimden geleni yaptım. Konu sağlıktı çünkü. Acil durumlar vardı. Açlığımı şekerli çayla bastırıyordum. Böyle çalışmak normal miydi?” “İdealin buysa evet, normal. Bir hedefin varsa çalışman gerekiyor.” “Ama ben şimdi böyle çalışmak istemiyorum. Hedefsiz yaşamak istiyorum.” “Bu senin tercihin.” “Sen olsan böyle yapar mısın? Yani şimdi?” “Evet yaparım. Hedefime ulaşmak için çalışırım.” “Yani aç kalacaksın, simitle çayla idare edeceksin.” Durdu, biraz düşündü. “Olabilir,” dedi. Ben bunu öğretmedim ama bunu yaptığımı gördüler. Onlardan şimdi ne bekliyorum, ben de bilmiyorum.
Şimdiki çocuklar yakınlarına aile ortamından kaçmak için mi gidiyorlar? Ebeveynleri yakınlarını böyle mi görüyorlardı? Aralarında bağ yok mu? Sevgi, saygı. Büyükler, çocuklara her zaman iyi davranırdı. Aralarındaki sorunlar kendi aralarında kalırdı. Kadınlar ezilirdi. Çocukların da ezilmesi için büyümeleri beklenir gibiydi. Gerçekten de masumdu o zamanlar çocuklar. Ne ekran vardı, ne de telefon. Ama kendimizi geliştirecek çok şeyimiz vardı. Kitaplar. Çamurlar. Birkaç parça da olsa oyuncaklar. Oyunlar. Aklıma bir şey geldi oyun deyince. Yavru bir köpek alınmıştı ve bize gösterilmişti. Haydi oynayın onunla, demişti teyzem. Ben de parmaklarıma gazoz kapaklarını geçirip karşısında oynamıştım. Çok küçüktüm ve daha oyunun ne olduğunu ya da köpeklerle ne oynanacağını bilmiyordum. İlk kez yavru bir köpeğimiz olmuştu ve onu ilk görüşümüzdü.
Çocuklar, çocuklar.
Az sonra uyanacaklar ve okula gönderilecekler. Şimdiki çocukları anlamak için ekranlarda karşılaştıkları olayları, duydukları cümleleri, aile içindeki konuşmaları ve ilişkileri, okul yaşantılarını iyi bilmek gerek. Kitaplar? Birçoğu kitap okumayı sevmediği için saymaya gerek duymadım. Günümüzde çocuk kitapları daha çok basılıyor ama kaç çocuğun o aldığı kitabı gerçekten okuduğu bilinmiyor.
Bir yanıt bırakın