KİTAPLAR SAYFALAR HİKÂYELER – 16 Mayıs 2024 / Perşembe
Gün henüz doğmamıştı. Parkın ağaçlarındaki yuvalarında kuşlar uyku mahmuruyken seslendim. Korkutmadan ama. Uyanın kuşlar. Günü karşılayın. Güneşi çağırdılar bir ağızdan. Eme ve Karadut ben hangi koltukta uzun süre geçirmişsem orada uyuyorlar. Yine en son oturduğum koltukta ikisi de. Siyah iki yumak yan yana. Kuş sesleri uykularını bölse de rüyalarındaki kuşları bırakıp salona dönmeye hiç niyetli görünmüyorlar. Rüyaları sesli ve renkli. Uyanın diye sesleniyorum onlara. Kıyamıyor, susuyorum.
Uzun sürecek bir yol bekliyor birçok insanı. İş başı yapılacak. Toplu taşıma araçları işlemeye başladı. Metro tenha olmalı bu saatlerde. Herkes uyanınca ben yatacağım, çalar saat gibi çalışan tik tak tikitak kelimelerim son bulacak. Bugün sahaf bir arkadaşım gelecek. Bakalım kitaplar hakkında neler konuşacağız. Kütüphanemi merak ediyormuş. Bana bir şey olursa kütüphanemin dağılacağını hiç sanmıyorum. Bırakacağım tek şey onlar. Belki altını çizerek okuduğum kitaplar birilerinin ilgisini çeker.
“sonbaharların kralı gelirmiş meğer istanbul’a ciğerlerimin filmini çektiler ciğerlerim artiz oldular icabında akut alevlenmiş kronik bir sonbahar gibi …”
Didem Madak’tan birkaç dize.
Arkadaşımı aradım. Ne yaptığımı sordu. Aylaklık dedim. Edebiyat parçalıyorum. Parçalayıp yap boz oynuyorum. O dönünce görüşebilecek miyiz? Burada olmayacağımı söyledim ama iki ay sonra kontrollerim var, döneceğim. Birçok da çekimlerim olacak. Benim de sol mememin film çekimleri yapılacak. Onun da kontrolleri varmış. Ne olacağımız belli değil, çıktı ağzımdan. Sonra da pişman oldum ama söylemiştim işte. Hasta olmayanlara göre tekrarlama olasılığı yüzde olarak en düşük bizimkiymiş. Çünkü kontrollerimiz varmış ve erken teşhis olabilecekmiş. Şanslıyız yani. Evet, demekten başka diyecek sözüm yok. Konuşmadan sonra elle muayene ettim. Değişiklik yok. İyi niyetli olanlar yerleşmiş kendilerine aitmiş gibi mekan, yayılmışlar da yayılmışlar. Sol yanım ağrımıyor neyse ki, kalbimin keyfi yerinde. Kaburgalarım kırıksız, eriseler de. İnsan ölmek istese de yalan. Kapı bir kez çalsa, açmasa kaçsa da hasta; ikinci çalıştan sonra çilingir çağırıp açıyorlar. Yerim ben o ciğeri, tavada pişiririm ya da çiğ atarım kedilerin köpeklerin önüne. Öykünmek şiire. Ne güzel. Şiir sen ne güzelsin öyle.
Uykum kaçtı, yakalamak isteyen de yok zaten, istedikleri yere gitsinler. Dönüp gelecekleri yer yine kürkçü dükkânları yani ben olacağım. İpi sereceğim. Kurutacak, havalandıracak, yataktaki yorganın altına koyacağım.
İlk günaydınımı verdim. Yanıtı da günaydın, oldu arkadaşımın. Hani telefon açınca bir arkadaşın mutlu olur gülümsersin ya, bu sesine de yansır ya, öyle bir şey. Gülümsedim, günaydınım sevimliydi. Çay demlemeli, ekmek peynir. Omlet de ne güzel gider ama biraz şekerli çayın yanında. Babamın sabah sabah sıcak ekmek alıp eve gelişi, tereyağının sıcak ekmekte eriyip mutfakta dolanan mis gibi ekmek ve tereyağı kokusu. Demlenen çayın kokusuna eşlik eden, sütün kokusu. Küçük mutfakta el ele vermişler, dolaşıyor kokular.
Arkadaşımla konuştum. Öyle konuşalım ki bugünkü yazıma konu olsun. Sessizlik. İkimiz de düşünüyoruz. Yok. Düşüneceğini düşünmek zor. Günlük konuşmalar çoğunlukla çağrışımlarla dolu dizgin ilerler.
Sahaf arkadaşım bir saat gecikince aradım. İşi çıkmış gelemeyecekmiş. İyi, dedim, sağlık olsun. Bana kitap ayırdın mı, diye sorunca yaptığımız anlaşmayı bozduğu için kızdım. Yerine koyamayacağım bir şeyi veremem, dedim. Daha yeni ayırdım kitapları ve hepsini sana verdim. O yine ısrarcı. Öyleyse neden geliyorum, diye sordu. Sen kitaplara bakmak istemiştim, ben de inandım.
Biraz uyudum. Biraz kedileri sevdim, onlara yaş mama verdim. Yukayı izledim, çiçek açmadığı için içerledim. Tavan değiyor bütün dalları. Evden çıkması olanaksız. Bazen yaşaması için tavanı yüksek bir iş yerine hatta hatta bir bankaya hediye vermek geçiyor içimden. Ama evin kapılarından geçmesi olanaksız.
Biraz okudum. Görünmez Kentler. Öyle bir dil ki şiir dizeleriyle damıtılmış her cümle. Ezberim yok derdim, denemezdim. Öyle olmuyor işte. Gözlerimi kapatıp cümleleri tekrar ediyorum. Özlediğim vahşi doğa cümlelerde hayat buluyor. Tam bulduğumu düşündüğümde bir başka yere dönüşüyor. Zihnimin de oyuna katılmasıyla bambaşka bir yer oluyor. Ama kendi düşümü kurmama izin vermiyor. Sarıyor etrafımı, odayı… Kedilerim tasma taktığım pumalar oluyor onun satırlarında.
Biraz okudum. Göçerin Yitiği. Ben de uzun cümlelerimi eksilte eksilte yazmaya başladım. Öykünme. Çocukluğun Altın Çağında gözlerin dünyayı algılayışı, masal diyarı. Bu kente değil de doğada olunca bir başka oluyor. Çocukların çoğu bilmezler de gözlerinin önünde canlandıramazlar anlatılan doğayı. At, oğlak, deve… Türk Mitolojisinden dağlara, yedi kollu nehirlere, doğaya, canlıya kol kanat geren, Umay Tanrıça.
Çıngıraklarını çalarak geçen sürüler. Ben bunları gördüm. Koyun sürüleri otlatılmaya çıkarırlardı sabahın karanlık saatlerinde, başlarında yeni uyanan çoban köpekleri. Ama çocukluğumda orman bilmem, kayalık bilmem, yamaç, yokuş bilmem… Şimdiki çocuklar gibi ekranlarda gördüklerimle canlandırırdım. Kitapta bir hikâye anlatılmaktadır; şiirleri, yok olan doğanın ve doğanın kanunlarıyla yaşayan insanların yaşamlarını. Çocuk gözünden gördüğü geçmişin gerçek, bugünün masal olan mekanları… Osman Namdar’a kırıldım. Ona demiştim Dede Korkut Hikayelerini okudum ama anlamadım. Neden yıllarca önemini kaybetmiyor? Bir cümlesi belki çekirdek olurdu, zihnimin topraklarına atılacak bir tohum. Okudukça besleyecektim, sabırla bekleyecektim.
Cumartesi günü Dede Korkut Hikayeleri okuma atölyesi var. Ücretli bir atölye. Üç ders yapıldı. Derslere hazırlanmadığım gibi tekrarını da yapamadım. İlginç gelen birkaç şeyi not aldım. Çok basit şeyler. Zihnimde henüz yeşermediler.
“belki yazılmıştır avuç içine/ döne döne varacağım menzil/ iki dağ arasında bir vadide/ içinden dere akan höyüğe”
Kelime dağarcığı ne denli zengin. Değil bir şiirde, her şiirde ayrı bir kelime. Rastgele açtım bir sayfasını ve bu düştü gözümün önüne. Höyük kelimesi bana ölümü çağrıştırdı. İshak dedim içimden. Ah, Onat Kutlar’ın İshak öyküsü! Höyüğü bekleyen bir köylü. Kurumuş ağaç ve ağaçtaki taş ishakla beklerken. Bir çaldı kapı açılmadı, iki çaldı yok. Üçüncüsünde silahla dayandı kapıya kentli.
Hani geçenlerde Altın Çağımın yani çocukluğumun yılını 1970’li yılar demiştim ve 1974’de savaşı anımsamıştım. Ben beş yaşındayken, üç aslan asılmış(tı). Yazmayı unuttum. 80’lere doğru giderken neler yaşandı ve yaşanamadı. Ölen, öldürülen insanlarla birlikte gömüldü düşler. Kapandı dosyalar, belgeler.
Görünmez Kentler’den birkaç cümle yazmak istedim ama yapamayacağım. Zihin artık benim zihnim değil. Hâlâ satırların arasındayım.
“…açık su kanallarının ince kemerlerinde…” Hiç alakasız olarak gençliğimin yıkık köprüsünü anımsattı.
“Kent meydanında yaşlıların bir duvarı vardır: üzerine dizilir, gençliğin önlerinden geçip gidişine bakarlar; o da oturur aralarına. Arzular birer anıdır şimdi.” S.60.
Çocukluğumda, gençliğimde kapı önlerine çıkardıkları taburelerde otururdu yaşlı kadınlar. Şimdi onların arzularını dinler gibiyim. Ya ben? Benim arzularım!
Bu gece de bitti. Osman Namdar’ın şiir kitabının sonunda kaleme aldığı yazıyı okudum. Evet işte böyle.
Bir yanıt bırakın