KİTAPLAR SAYFALAR HİKÂYELER  –     23  Mayıs  2024 /  Perşembe

KİTAPLAR SAYFALAR HİKÂYELER  –     23  Mayıs  2024 /  Perşembe

Güzel bir akşam yemeğinden sonra eve girerken, bizimkiler beni kapıda karşıladı. Ben şarap içerim de onlar süt içemez mi? Kitaplarımın da sayfalarını açıp mırıldanıp nefes almalarını sağlamalı. Masanın üstü… Şaşkınlıkla baktım. Defterler de dizilmiş duruyor. Boş defter aradım ama yoktu. Yeni bir konuya başlamak istiyorum. Notlar almam gerekiyor. Aslında hikâye anlatmak istiyorum. İki gündür beni uyutan ilacımın dozlarını artırdığım halde, zihnimde küçük kıvılcımlar oluyor. Biraz neşelendiysem, bu yine çocuklarla buluşacağım haberini almamdan sonra oldu. Haziran ayında ortaokul öğrencileriyle söyleşim olacakmış. Onlara ne anlatmalıyım? Okuduklarımızın, hepimizin anlattığı ya da anlatmaya çalıştığı hikâyeler olduğunu mu örneklerle açıklamalıyım?

Öğretmenin masasını düzeltirken vazoyu düşürdüm, kırdım. Öğretmen sınıfa girince vazoyu kimin kırdığını sordu. Fatih, “Ben kırdım öğretmenim,” dedi.

Haydi bakalım şimdi bunu anlatalım. Sözlü anlatımda kısacık anlatırsınız ama yazıya döktüğünüzde hiç beklemediğiniz hatta sizin de farkında olmadığınız durumlar ortaya çıkar. Dallanır da dallanır hikâye. Uzun bir hikâye de olabilir. Herkes ayrı bir hikâye anlatır. Ortak olduğumuz nokta vazonun kırılmasıdır ve Fatih’in “Ben kırdım öğretmenim,” demesidir.  Ben bu hikâyeyi şimdi anlatmayacağım.

Öğrenciler, “Kalsedonun Gizemi” kitabımı okuyacaklarmış. Genellikle kitapta en çok beğendikleri  bölümü soruyorum. Onlar da bana aynı soruyu yöneltiyorlar. Ben kalsedon taşlarının belleğindeki görüntüleri ve sesleri merak ediyorum. Mağara ilgimi çekiyor. Masmavi taşlarla mavinin her tonuyla ışıldayan mağara. Bir gün taşların dile geldiğini ve hafızasındaki görüntüleri de görebileceğimizi düşünüyorum.

Hikâye anlatmak kolay gibi görünse de kolay değildir. Kolay olsaydı sözlü olarak anlattığımız hikâyelere dedikodu diye bakılmazdı. Tarafsız olarak anlatabilmek hiç kolay değil. Yazması da kolay değil bence. Okulda, velim ile yaşadığım bir sorunu, idareye anlatmak için  kaleme aldığım iki sayfalık yazıyı arkadaşıma okuttum. Çok uzun olduğunu ve idareyi ilgilendirmediğini söylemişti. Aslında bana “Hikâye bu,” demişti. Bence hikâye değildi. Yaşadıklarımı, aramızda geçen konuşmaları yazmıştım. Hikâyeyse eğer çok kötü bir hikâyeydi. Elbette taraflıydı, ana karakter bendim çünkü.

Bugün başka şeyler yazmak istiyordum. Yağmur yağıyor usul usul. Damlaların sesini işitebiliyorum. İki kedi, bir yuka ve ben. Aslında bundan daha fazlası var. Bir ailem var. Arkadaşlarım var. Ama onları anlatamıyorum. Hikâyenin nerelere gideceğini bilmediğim için. Günlerin sıradanlığı, sıkıcılığı, bunaltıcı havası… Bu kentte bu boğucu havayı dağıtan, yaptığımız hoş sohbetlerdir bence. Trafiği katlanılır kılan, zamanı unutturan birliktelikler. Bu sohbetlerde acaba diyorum, kırıldığım bir söz hiç işittim mi? Anımsamıyorum. Yok şimdi anımsadım, kendi sözlerime ben kırılmıştım. Bunu nasıl söylerim, diye. Cimrilik yapmayın, demiştim ve ağzımdan çıkınca söz, alınganlık gösterilmemesini dilemiştim. Hay aksi, başka bir şey anımsamadım. Biz birbirimizi hiç kırmadık mı yani? Eğer susuyorsak kırılmışızdır. Konuşuyorsak, yanlışı düzeltmeye çalışıyoruzdur.

Bugünkü şaraplı akşamı anlatmak istiyor muyum? Üç kişiydik. Üç kadeh şarap masadaydı. Kadehler sağlığa kaldırıldı. Dilekte bulunma bana kaldı. Birlikte büyümeye, dedim uzun uzun nasıl söyleyeceğimi düşündükten sonra. Büyüme değildi elbette. İkisi de büyümüştü. Karşımdaydılar. Ama bir başka kelime, büyüme kelimesindeki anlamı karşılayamayacaktı. Güldüler. Güldüm. Bir kadeh yetti çenemin düşmesine ve hayatımdan kesitlerle konuşmalar ilerledi. Gençliğim, sevdiceğim, oğlum, çocuklar, hayvanlar, iş… Ya kitaplar? Resmi geçit töreni gibi. İlaç dozunu arttırdığım için bir konu üzerinde odaklanamadığımın farkındayım. Ama güzeldi. Güzel olmayan tek şey, çok çalıştığım için pişman olduğumu söylemem. Bazen bu çalışma hırsının genetik olduğunu ve kuşak sorunu olduğunu düşünüyorum. Evet çalışırsak istediğimiz birçok şeyi elde edebiliriz. Elde ettiklerimiz genellikle bireysel kalır. Bunu başkalarıyla paylaşamayız. Benim birincilik ödülünü almam beni mutlu eder. Belki elime ödül olarak para da geçer. Sonra? Tek başına yaşanan bir duygu. Orhan Kemal’in “Murtaza” romanını anımsadım. 1952 yılında yazılmış. Neden şimdi aklıma geldi, anlamadım.

Yazar arkadaşımla geçenlerde buluştuk. Çocukluğunu merak ediyorum, yazması için ısrar ediyorum. Merak ettiğim bana anlattıkları değil de anlatmadıkları. Hani şöyle şirin saf çocukluk anılarımız. O da ben de kitap almadan duramıyoruz. Tsundoku hastalığı var bizde. Gelirken bir sahaf görmüş, girmiş içeri ve iki kitap almış. Karıştırdım kitapları ama ilgimi çekmedi. Konu yine kitaplara dönünce aldı kitabı eline, okumaya başladı. Öyle eğlendik ki. Keşke daha önceden okumaya başlasaydık dedim. 1580’li yıllarda Osmanlı Devleti kanunlarını okuyoruz. Mimar Sinan kaçak su kullanıyormuş. Kadınların iki kürekli kayıklara erkeklerle binmesi yasakmış. Saraya Bursa’dan buz getirtiliyor. Balık alımları da yazılmış. Geçmişi düşlemek ilginçti. İkimizin de kafasından farklı senaryolar geçiyordu.  Yazmaktan çok okumayı ve okur düşleri kurmayı seviyoruz. Ne okuduğumu sordu. Görünmez Kentler, dedim. Yazarın Marcovaldo kitabını birkaç kez okumuştum ve çok sevmiştim. Bu kitabı tekrar okumalı. Evet ya okumalı.

Hikâye yazmak, diye düşündüm. Senin neyine, dedim. Bak yağmurun sesini işitiyorsun. Hava ılık. Sen en iyisi kitap okumayan bir çocuk için kitap yazmayı düşün. Kitap okumayı sevmiyorum, diyordu ya çocuk. Onun neden okumayı sevmediğini, ona anlat. Neden sevmiyorsun? Sevmiyorum işte.

Bugün ilginç bir şey oldu. Sait Faik’in Son Kuşları adlı kitabımı ikinci sınıfa giden bir kız öğrencisine imzalayıp vermiştim. Ona vermeyecektim aslında. Yaşına uygun değildi ama çok istekliydi ve onu kıramadım. Bir şartla verdim. Okuyacak ve bana kitapla ilgili konuşmasının videosunu çekip gönderecekti. Bugün elime ulaştı video. Çok şirindi. Anlattıklarının bir çoğu hikâyede yoktu. Bunu saklamalı ve iki yıl sonra göstermeli ona. İşte kitabı böyle okuyoruz bence. Kendimizden bir şeyler kata kata… Öyle heyecanlı, öyle inandırıcıydı ki konuşması… Çok sevdim kitabı da çocuğu da. Sait Faik’i tanıdı sekiz yaşında. Bir başka kız öğrenci de yanımızdan ayrılmamış diğer kitabı ona vermemi istemişti. Orhan Veli’nin Dalgacı Mahmut’u kitabımı imzalayıp vermiştim. Bakalım o neler anlatacak. Merakla bekliyorum.

Onat Kutlar’ın İshak kitabından “Çatı” öyküsü üzerine yazılmış bir makaleyi okudum. Başka öykülere de kısaca yer verilmiş. Benim “Horozlar” öyküsündeki babaanne için düşündüklerim çok başka. Bence babaanne ölmek istiyor.

Hikâyede kaldı aklım. Dönüp dolaşıp girecek miyim kapısından içeri? Birkaç öykü kitabı siparişi verdim. Rus yazar, 1960 doğumlu.  Ödüllü olduğu için alıyorum; aldığım için de ödüllendiriliyor. Faruk Duman’ın öykülerini okumayı ne zamandır bekletiyorum. Okumak güzeldir.

Gün bitti ama ben bitirmedim. Neler neler geçiyor aklımdan. Yine de bitirmeli.

Bu akşam ona, çok korkak olduğumu ve hazır cevap olamadığımı söyledim. Şarapla kafayı bulmuştum ya dilim çözüldü, hikâye parçaları çıktı ağzımdan. Baktığım köpeği akşam dışarıda gezdirirken apartman yöneticisine yakalandım ve resmen kovalandım. Eve attım kendimi. Döver mi, döverdi. Çok sinirli bir adamdı. Şimdi hayatta olmadığı için yazabiliyorum. Onun ve eşinin hikâyesini yazmayı çok denedim. O adamı haklı çıkarmak için çok uğraştım. Belli bir yaştan sonra insanın değişemeyeceğini ve bunun normal olduğunu düşündüm. Giriş katta oturuyordu ve pencerelerinde demir parmaklıklar vardı. Eşini o parmaklıkların arkasında görür, ayak üstü konuşurduk. İlk Sevim abla öldü. Avukat Hasan amca,  çok ağladı. Sevim’in kimsesi yoktu, bir ben vardım, dedi hep. Sevim abla dışarıya çıkmazdı, bir otobüs bileti parasını bile hesaplardı. Neyi anlatayım? Koridora gerilen ipe asılan çamaşırların bunaltıcı ev içini mi? Yaşlı çekilmez bir ihtiyarı mı? Ezilen hep susan kadını mı? Kanser oldu Sevim abla ve… Hepsi tanıdık değil mi? Aramızda yabancı yok işte. Bilmeyen de yok. Onlar bu dünyadan ayrıldılar. İzlerini taşıyanlar vardır sanırım. Bilmem. Oğlu evlenmişti. Hasan amca gelinine de el kaldırmış. Gidenin ardından güzel şeyler konuşmalı. İyi insanlardı. Hak ve hukuk bilirdi. Uzun yıllar apartman yöneticiliği de yaptı. Devlet yönetimini de iyi eleştirirdi. Hayat sen ne iki yüzlüsün.

Otuz yıllık İstanbul maceramda neler yaptığımı özetlerken boynumdaki kolyeyi fark ettim. Bak, dedim, bir zamanlar meleklerle de ilgileniyordum. Bu kolye o yıllardan kalma. Bütün kuş tüylerini topluyordum. Ayasofya’da Serafim melekleri vardır ama Vatikanlı rahibeler bu meleğini bilmiyorlardı. Kiralık ev aradığım dönemlerdi. Evleri bir türlü beğenemiyordum. Sonunda badanalı, temizliği yapılmış pırıl pırıl bir ev gördüm. Salonun ortasında iki beyaz tüy duruyordu. Ev öyle temizdi ki… Gülüyorum anlatırken. Çok eğleniyorum kendimle. Kuş pisliği aradıysam da bulamadım. Oysa kuşlar sürekli pisler. Tüy bırakacak kadar dolandıysa pislemiş olması gerek. “Dedim ki bu bir işaret. Bu evde oturmalıyım.” “Ne oldu? İyi oldu mu?” “Yooo, iyi gelmedi bence. Şimdi düşünüyorum da o iki tüyü ev sahibi, bir akılsızın aklı takılsın diye koymuştur. Kiracı benden akılsız olsun, diye düşünmüştür yani.”

 

 

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*