GÜNLÜKLER -34-
Anlamaya çalıştığım, zaman zaman anladığımı sanıp yeniden kaybettiğim öyle çok şey var ki. Ama peşlerine düşmeden yapamıyorum. Açıklama düşüncesiyle, sanki bir mum ışığıyla bakmaya çalışıyorum. Ya da yağmurlu bir gece, şimşekler… Adlandırmayı bekleyen gölgeler. Gündüzden kaçanlar.
Okuduğum bir yapıt olarak da, Güvercinler Gittiğinde böyle. Bu romanda beni çekenin ne olduğu üzerine düşünmeden edemiyorum. Yalınlığı demiştim. Boşluklarının çok olması. Natalia’nın yalınlığı, sessizliği. Yaşama direncini kaybetmesi. Umutsuzluğu. Ölüm düşüncesi. Yaşama dönüşü. Romanın anlattığı mekan ve zamanın, toplumsal yapısının kapalılığı. Ama kapalı değil aslında, toplumsal ve tarihsel olarak geniş bir yer aldığını düşünüyorum. Yazıldığı tarih, coğrafya ve yazar… Bunların önemli olmaması gerektiğini bilsem de bu yapıtın yaratımını sağlayan ortamı merak ediyorum. Diğer yandan da Nataila’yı anlamaya çalışıyorum. Belki de, ortak yanlarımız olmasa da olabilecekleri hayal ediyorumdur. Çok uzak değil, yakın bir ülkede böyle bir yaşama tanıklık bile edebilirim ama biliyorum ki bu tanıklığım Natalia değil bir başka kadın olacak. Ama ortak yanlarımız her zaman olacak. Madem ki bu dünyada her şeyden haberli yaşıyoruz, ortak yanlarımızın olduğunu inkar edemeyiz. Bu yüzden kendi edebiyatımızın dışında başka ülkelerin edebiyat eserlerine de yakın hissediyoruz. Bu dünya üzerinde yaşananlardan doğan başka hayatlar. Yazarının düşüncelerini taşıyan, onu saran gerçeklerin gündüz görünenlerin gece yansımaları mı desem? Böyle başladım yazıya. Bu öznel oldu.
Okuduğum kitap hakkında yazamıyorum. Eleştiri Kuramları, Tahsin Yücel. Sadece altını çizdiğim cümleler, aldığım notlar ve yazarlar. Bazı kitapları okumuştum ama yeni okumalar gerekiyor. En önemli bulduğum sayfayı işaretledim. Bana güç verecek cümleler bunlar. Bu nedenle döndüm Güvercinler Gittiğinde romanına. Çözümleme bitmeyecek ama en azından bu anlama uğraşı içinde geçen zamanda düşüncelerimi izleyebilmeyi istiyorum.
Yapıt yazıldığı dönemin dışında da okunuyorsa, farklı okumaların olduğu mu söylenir, yoksa geçmiş bugünün gözünden daha iyi mi çözümlenir? Tanık olduklarımız, tanıdıklarımız, öğrendiklerimiz, okuduklarımız… Her zaman bildiğimiz şeyleri söyleyebildiğimize göre demek ki bazı eserler için de daha sonra söylenecek çok şey vardır. Bilmediklerimiz öyle çok ki. Öyleyse bu romanı bir yıl sonra okuduğumda başka şeyler düşüneceğim. Ama unutmayacağım. Bir savaş görüntüsünde arka planda kalanları da düşüneceğim. Bizden uzakta da olmayabilir. Bunu biz bilmiyoruz ki. Kim biliyor?
Eğer böyle bir ortamda olsaydım, zaman ve mekan fark etmeksizin bu romanı okusaydım, ben de yaşamda bu dünyada gördüklerimi yazmaya çalışırdım. Çünkü herkesin hayatı roman. Bu herkes bazen gerçekten de herkes olur. Yazar, bir kahramanına çevresinde gördüğü insanlardan birer parça koyar. Tarih girer içine. Mekan girer. Daha sonra onu alıp birçok eve bırakıverir, kucağımıza düşüverir. Televizyon da açıktır.
Natalia’nın sessiz direnişi diye bakıyorum romana. Sonra yine okuyacağım.
*
Bugün Güvercinler Gittiğinde üzerine yazmak diye bir düşüncem yoktu. Sadece anlatı dilimin ne denli kısıtlı olduğunu yazacaktım. Bana verilen anlamlandırmalar üzerine anlamlandırıyorum her şeyi, hayatı dünyayı. Yapıtlar bir şekilde anlamlandırmalar için yol gösterici, geliştirici oluyor. Değişim. Aslında değişim değilmiş de ‘oluş’muş.
Yazı bir yerden sonra benden uzaklaşacak. Hatta bunu şimdiden hissediyorum. Kitapları düşünüyorum, anlatılar, kahramanları. Aklımda saklı kalan soruları. Okudukça bulduğum yanıtlar. Başka sorular. Bir süre sonra bakıyorsunuz ki, tüm insanları alıvermişsiniz hayatınıza. Emekleme aşamasından yürümeye geçmek, koşmak, yorulmak ve bir kucağa bırakmak kendini.
Daha iyi anlayabilmek için okumak, dinlemek.
Tahsin Yücel’in kitabından bir alıntı.
“Yazınsal metinlerin okurca nasıl karşılandıklarını, işlevlerinin ne olduğunu irdelerken, Wolfgang Iser çok daha tutarlıdır: “’Yapıt okurun bilincinde metnin oluşumudur.’ Öyleyse ‘kurmaca bir metni onu okuyarak gerçekleştirdiği’, yani ‘metnin ereğinin üretimi’ne katıldığı zaman ‘okurun duyduğu şey’i bilmek gerekir. Ama metnin öngördüğü okur kimdir? Yapıtta ‘içkin’ olarak var olan bir okur. ‘Bu demektir ki her yazınsal metin olası okurlarına belli bir işlev veriri.’ Okur metnin sunduğu değişik görüngüleri kurar, bir araya getirir, okumayı ilerlettikçe kendi tasarımlarını düzeltir ve sonunda, yeni bir gerçekliği özümler.”” S.104
Anatole France, “Benim anladığım biçimiyle eleştiri de felsefe ve tarih gibi uyanık ve meraklı kişiler için yazılmış bir tür romandır, her roman da, yakından bakılınca, bir özyaşamöyküsüdür. İyi eleştirmen ruhunun başyapıtlar arasında geçen serüvenini anlatan kişidir.” S.62
Bu alıntıdan sonra okumayı çok istediğim Auerbach’ın Mimesis’i oldu ama internetten aradım, Türkçe çevirisi yok. Yücel şöyle yazıyor, “Kısacası, Auerbach’ın yapıtı, dolaylı bir biçimde, yazınla gerçek dünyanın birbirinden soyutlanamayacağını kanıtlar bize. Yazınsal gerçeklik –bir şiirin, bir öykünün, bir romanın ya da roman kişisinin gerçekliği- gerçek dünyanın gerçekliğinden ayrıdır, ama gerçek dünyadan tümüyle soyutlanması da bizi çıkmaza götürür.” S.102
Kitabı bitirirken, birçok yazar da anlamak için okunması gereken kitaplarıyla hayatıma giriyor. Ama son dönem eleştirmenlerin kitapları Türkçe olarak baskısı henüz yapılmamış.
Biter gibi oluyor bitmiyor. Yarım kalan kitaplar var sırada. Bir türlü devam edemediğim Başkalarının Acısına Bakmak kitabı, Susan Sontag.
A.Manguel’in Tanpınar’ın İzinde Beş Şehir’i devam etmemi bekliyor. Tanpınar’ın kitabıyla birlikte okunacak.
Gel de daldan dala atlama.
Bir yanıt bırakın