GÜNLÜKLER -105-
15 Ocak 2019
Bütün gün duyduklarımı haberler de dahil tüm girdileri çıktı yapıyorum. Herkes öyle yapmıyor mu? Aynı sözcükler ortalıkta dolanıp duruyor. Bana ait ne var, diye düşünüyorum. Yalnızca sözdizimlerim.
Bütün gün gördüklerimi işliyorum. Kar yağdı ya, kar gidiyor sözdizimime. Üç sözcükle bir hikâye kurabilirim. Martı, vapur, ben. Sırtıma atmışım çantamı, atlamışım son dakika vapura; vapur takmış peşine martıları; martılar beni izliyor. Deniz dememe gerek var mı, denizdeyken vapur? Ya gökyüzü?.. Dalgalar, tekneler, vapurlar, dalgakırandaki martılar… Gittikçe uzaklaşan kıyıda kalanlar…
Bugünden geriye ne kaldı diye düşünüyorum. Hava öğle saatlerinde iyiydi. Kar ne zaman yağmaya başlar, diye düşündüm. Akşam geç saatlerde yağsa, ne iyi olur. Metroya bindim. Orada bulunan herkes nereye bakacağını şaşırıyor, özellikle yalnızsa. Ben de şaşırdım. Baktıklarım daha çok tek başına olan insanlardı. Göz göze gelince, bakışlarımızı kaçırıyoruz. On dört dakika hemen geçiverdi. Metrodan çıktım. Rüzgâr şiddetini arttırmıştı.
Kıyıda montlu genç bir bayan mavi torbasından aldığı bir şeyi parçalayıp martılara atıyordu. Ekmek mi simit mi, diye merakla yaklaştım. Ekmekmiş. Torbada ekmekler var. Serçeler de vardı, atılan parçaların ardına düşüyorlardı. Genç kadının yüzüne baktım, gözleri çekik. Beresinin altından çıkmış uzun kumral saçları. Yağmur çiseliyor.
Son dakika vapura yetiştim.
Ve başlar müzik! Kitabımı çantama kaldırdım. Kitap okuyan bir kişi kaldı. Benim yaşlarımda bir adam. Diğer yolcuların elinde ise telefon var. Bir zamanlar şikayetçi olan yaş grubundaki insanlar ellerinden telefonlarını bırakmıyor artık.
Vapurdan indim ve otobüse bindim. Hâlâ yağmur yağıyor.
Binadan içeri girerken, çıktığımda hava kararmış olacak, dedim kendi kendime. Yanılmayacaktım.
*
Çok geç saatte dışarı çıktım. Karanlık. Soğuk. Açım. Üşüyorum. Ayaklarım buz gibi. Yağmur ahmak ıslatan cinsinden. Şemsiyemi açmamışım. Durağa ne kaldı ki, diyorum. Bir otobüse biniyorum, Eminönü yazıyor. Bir terslik olmalı. Otobüs boş. Bu saatte otobüs boş olmaz ki. Geldiğim yoldan döndüğümüzü karanlık da olsa fark edebiliyorum. Trafiğin yoğun olduğu yoldan da ayrıldık mı? Diğer yollar kapalıyken, bu yol neden açık olur? Hiç beklemediğim bir durakta “Son durak!” diyor şoför. İniyorum. İskeleye gitmek için epey yürüyeceğim sanki. İniyorum, etrafa bakıyorum. İleride görünen minareler Yeni Camii’nin olsa gerek. Yine de soruyorum. Doğru yoldayım. Yürüyelim bakalım. Yağmur, soğuk. Ayağını attığın yeri göremiyorsun, bir su birikintisi varsa eğer… Ayakkabım su aldı işte.
Sonunda kıyıdaki balıkçıların önüne geliyorum. Balık ekmek yemeliyim.
Yola devam. İskeleye yeni yaklaşmış vapur. Şanslıyım.
Vapur kalkıyor. Bir süre sonra müzik başlıyor. Karşımdaki üç kadın aralarında konuşuyorlar, dillerini bilmiyorum. Yirmi dakika sürüyor yolculuğum.
Vapurdan inince, açık kitapevlerini düşündüm. Karla karışık yağış. En yakını iskelenin üst katındaki kitabevi. Giriyorum. Bir şekilde kitaplarla buluşmam gerekiyor. Bütün gün yapa yapa sadece pasaport başvurusu yapabildim. Kitaplara bakıyorum, elime alıyorum, sayfalarını çeviriyorum…
İki torbayla çıktım dışarı. Karla karışık yağmur devam ediyor, rüzgâr savuruyor. Durağa sığındımsa da kalabalıktı ya yine ıslandım. Ne zaman gelecek otobüs? Geliyor, dedi bir adam. Sevindim. Yalnız ben mi? Doluşu verdik içeri. Bu son aracım, doğru eve gider yol. Yakalarım kalkık, kaşkol boynumda, ellerim cebimde.
*
Çok yorgunum. Sıradan bir gün diye buna denir.
Oysa başka türlü yazacaktım.
“Şiir sokaktaydı. Ben yazdım duvarlarına. Kimi dizeler Didem’den kimisi Gülten’den. Cevat Çapan ‘Bana Düşlerini Anlat’ diyor. Anlatsam mı?
“Yeni yıl ne getirdi? Altı biletten iki bilete amorti. Ben almadım, bana verdiler, değiştirirsin dediler. Yoksa ceplerinde kırışıp yırtılacaktı. Ben de bir güzel iki yüzlük gibi cüzdanıma yerleştirdim. Cüzdanım kırmızı kâğıt görmemiş. Şimdi bir yeşillik mi alsam yoksa kırmızı mı?”
Yarın belki sözdizimlerim farklı olur.
*
Ey İstanbul! Ayazın açlığın sırılsıklam bırakan sersem yağmurunla ne heyecan yarattın bende, ne de güzel duygular uyandırdın. Başım yerde, karanlıkta görmeye çalışırken çamurlu birkintileri… Yenildim yine, su giriverdi botlarıma.
Ah ah! Belki yarın akşam ben gibi yazarım. Unutmazsan eğer köprü altında toplanmış, pet şişe içindeki şarabı içerlerken sokakları ev olan adamları yaşlı başlı. Demek ki diye düşünüyorum, sokaklar her şeyi çalıyor da, yaşlara dokunmuyor. İstanbul bu işte. İstanbul’un anlayacağı dilde konuşan, ağzı küfür ve şarap kokanlar, her zaman daha iyidir, ayık olan küfürbazlardan. İstanbul’un anlayacağı şekilde konuşan.
Islak paltomu sandalyeye geçirdim. Sigaramı içtim.
Bir tabak yemek yedim, doydum. Birkaç bardak sıcak çay içtim, ısındı içim. Tığ örme el işi patiklerimi geçirdim ayağıma, ısındım. Saçlarımı kuruttum.
Vapurlarında dinlediğim şarkıları, türkülerini unuttum. Bir saat boyunca tekrar eden Chopin’in Spring Waltz’ını açtım. Mırıldana mırıldana kediye öyküler okudum.
Sonunda kedi gözlerini kapadı.
*
Bir kadeh kırmızı şarap içip geldim. Kedi hâlâ uyuyor.
Son.
Bir yanıt bırakın