HER YANIM MAVİ – BÖLÜM -II-

  1. HER YANIM MAVİ – BÖLÜM -II-

Kayışdağı’na kadar trafik açıktı. Dudullu’da  trafik yoğunlaştı. Telefonum çaldı.

-Merhaba Nurullah.

-Öğretmenim, ben Bahri.

-Özür dilerim Bahri. Bu numarayı Nurullah diye kaydetmişim.

-Doğru öğretmenim. Nurullah utandığı için telefonu şimdi bana verdi.

Nurullah sessiz bir çocuktu. Bir kardeşi vardı. İki odalıydı yaşadıkları ev. İki katlı küçük binanın önünde,  küçücük kalmış, kömürlük iken iyileştirilmiş bir yer ev dediğim. Annesi dışarı çıkarken kara çarşaf giyerdi. Çarşafın bana da yakışacağını söylemişti. Gülmüştüm;  “Köyden yeni geldiğin için atamıyorsun üzerinden.  Çıkarırsın.”  Bir yıla kalmaz alışırlardı.

Onları mezun etmeden ayrıldım. Bana kırgınlar. İki yıl daha okutamaz mıydım? İlkokulu bitirinceye kadar?.. Okutamazdım. Bilmiyorlar, söylemedim.

Beni ben yapan çocukluğum değil mi? Hatırladığım gibi kalmalı. Kurgulamalı, şekillendirmeli, yönlendirmeliyim. Ben oynamalıyım. Çocukluğumun gizemini çözmek için geçmişe dönmek… Aramak, bulmak, yeni baştan kurgulamak. Son hikâyeye ulaşma arzusu bitmeyecek. Çocukluğum?.. Neden anlatıyorum ki? Ben, onları anlatmak istiyorum. Öykü fazlalık istemez. Duygu, duygu, duygu.  Atmalı bu bölümü.  Dizginlemeli. Düşünce…

-Öğretmenim! Neredesiniz?

Neredeyim?

-Dudullu’da…  Siz neredesiniz?

-Okulun önünde…

-Geç kalacağım.

Günyamaç durağında inerdim. Otobanın karşısında bekler bulurdum onları. Ne kadar kızsam da engel olamazdım. Söz verdiler. Karşıya geçmeyecekler. Beklerken, önlerinden geçen araçlarla gitmeyi düşlemeyecekler. Yamacın bittiği bu durakta saf çocuksu düşleri son bulacak. “Gitmek.” kelimesinden sonra kurulabilecek cümle yok, bilmezler ki. Düşler, ancak kelimeler ve resimlerle kurulur.

Altmış ikiydi sınıf mevcudumuz. Arkadaşım, okulun ilk açıldığı yıllarda, doksan mevcutlu birinci sınıfları okutmuş. Anlatırdı. Öğrencilere okumayı yazmayı öğretmiş. Olamaz. Çevrede çok az ev var. O kadar öğrenci?..

     “Her şey güzeldi.”  Böyle anımsamak istiyor. Tencereye ne koyulacağı, sobaya ne atılacağı, sofraya koyulacak ekmeği… Güzel şeyleri hatırlamak istiyor. Kolaysa kendisi yazsın. ” 

Zor. Köyde yaşar gibi yaşardı çoğu. Koyunlarını orman kenarında otlatan Osman,  geçimlerini yıllardır  böyle sağladığını söylemişti. Okul binası, imeceyle yapılmış. Yeterli mi?  Büyük araziler vardı, tarla değildi. Nadasa bırakıldığını düşünürdüm büyük arazilerin.

Park yoktu. Otobandan başka asfalt yol yoktu. Kentin göbeğine birkaç kilometre uzaklıkta kalan bu yere ilk adım attığım gündü. Otobüs şoförü durakta indirdi beni. Yağmur çiseliyordu. Havada toprak ve tezek kokusu vardı. Karşıya geçip gösterilen yolu tepeye doğru çıkacaktım. Kolay geçtim karşıya. O yıllarda çok az araç geçiyordu.  Toprak yolda ilerlerken attığım her adımda okul binasını görmeye çalışıyordum.

İstanbul diyerek geldiğimiz,  ilk uğrak yerimizdi. Her ay bir başka aile, bir başka kentin köyünden çıkıp geliyordu. Bu kent, çocukluğumun kentine, kasabalarına, köylerine hiç benzemiyordu. Onlar kadar ben de yabancıydım.

      “Haydi söylesene, söylesene.  Göç evleri böyle olur. Her an, geriye dönmek zorunda kalmak var. Birkaç yorgan, döşek, kilim denklenip yanlarında  getirilmiştir. Bir valizlik giyim eşyası yeter. Birkaç yıl içinde boş odalar dolar. Sesler çoğalır. Ya kendisi?.. Umut vardı taşıdıkları arasında.” 

-Benzin istasyonunun karşısındaki durakta ineyim. Siz de oraya doğru yürüyün.

 

 

 

 

 

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*