MEKTUPLAR -20-
4 Ekim 2018
Sevgili Lili,
Her zaman olduğu gibi görünenler. Yani senin de görüp görebileceğin. Görünmeyen de var ama ne kadar gerçek belli değil. Bunu hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Bildiğimizi düşünsek de emin olamayacağız. Bugün de anladım ki büyük bir sözdizimi yumağında gezinip duruyorum, yumağın neresinden çekiştireceğimi bilemiyorum. Hangi renk, hangi koku ve görüntü?
Mavi!
Gece parfümü, melisa!
Ahlat ağacı!
Melisa kokulu gecede, ahlat ağacına astığım kelime “Ah!”
Çok mu sert çıkıştım ne? Sonra üzüldüm. Sonra kızdım. Sonra… Hepsi de kendime.
*
Her şey anneannemin sandığıyla başladı. Küçük bir çocuktum. Sandığı gizli gizli açıp karıştırmaktan hoşlanırdım. Nakışlar, danteller, oyalar… Her biri ayrı çiçeklerle bezenmişti. Çiçekleri işleyip işleyip neden sandıkta saklar kadınlar? Kimi bekler bu çiçekler, dallar, yapraklar…
Anneannemin sandığının bana kalacağını hiç düşünmezdim ama büyüyeceğimi bilirdim. Anneannem derdi, büyüyorsun sen de işlemeyi öğren işle saklayalım sandıkta. İşle değil de çiçekle demeliydi. Çünkü hep çiçekler vardı, rengarenk. Anneannemin sandığında çiçekler kumaşlara sarılıp saklanıyordu. Hiçbiri benim değildi. Benim de bir sandığım olacaktı ha! Yok canım. O kadar büyüyebilecek miydim? Elime ip verdi, tığ verdi. Zincir çekmeyi gösterdi. Kendimi bildim bileli zincir çekiyorum dememek için modeller yapmayı kendi başıma öğrendim. Ben kadınları anneannemin sandığıyla birlikte öğrendim. Anneannem beni gelin evini göstermeye götürdüğünde, sandıkların evlenince açıldığını, gelinin bir odada oturduğunu, çiçeklerin etrafa yerleştirildiğini, gelen gidenin seyrettiğini de öğrenmiş oldum. O günden sonra da gelin evlerine gitti anneannem, ama ben başımı hiç kaldırıp bakmadım. Ne geline ne de çiçeklerine. O sıralarda buldum yolunu kütüphanenin. Kütüphaneci, geleceğim saatleri bilir, beni yeni bir kitapla karşılardı. Yeni dediysem, sayfaları hiç açılmamış pırıl pırıl kitaplar değil. Bir çoğunun sayfaları yırtık, ama yazıları zarar görmemiş olurdu. Biraz orada oturur okurdum. Sonra anneannem merak eder diye beni eve gönderirdi kütüphane görevlisi, birkaç kitapla ayrılırdım. Yarım kalmış hikâyenin devamını düşleyerek eve koşardım.
Ev kalabalık olurdu, anneanneme gelenlerin elinde ya bir iğne ya bir tığ, çiçekler işler olurlardı. Ben kelimeleri işlerdim kimse bilmezdi. Konuşmam gerekse… Ne söyleyeceğimi bilemezdim de susardım. Ağzımı açsam korkardım. Anlattıklarımın arasına okuduğum sayfalardan cümleler karışırdı. Onlar benim okuduklarımı okumadıkları için benim ne söylediğimi anlamazlardı. Onların birbirlerine anlattıkları hikâyeleri dinlerdim, ben bir şey anlamazdım. Çünkü ben, büyükleri anlamayacak kadar küçüktüm. Benim gibi onlar da bir şey anlamadığımı düşünseler de anlarmışım da anlamazmış gibi yaparmışım meğerse. Ben de bütün kız çocukları gibi sandıkla doğmuştum ve sandıkla da büyüyecektim. Ne kadar kabul etmesem de sonunda yenik düşecektim. On iki kişilik masa örtüsü örmeye başladım ve yarım bıraktım. Kitap okumaktan bitiremedim. Benim sandığım da kitaplarla dolmuş meğer. Karşılığında bir altın bileziğim oldu, çalışıp çalışıp her ay başında bozdurup kazandığım.
*
Gerçekleri yazmak gerekirse bir başka çocukluğum sandığında gelinlik, gecelik, kundak, çivi topuklu terlik vardı. Başka şeyler de vardı ama ben hep onlara bakardım. Anlamadan yani. Keşke başka şeyleri anlamamış olsaydım. Bunlar zaten olacakmış ve olduğunda da yaşayarak anlayacakmışım. Kitaplar bunları anlatmıyordu Lili. Çocuklar küçük olduğu için, genç kızlar için erken olduğu için derken birden bire eş olmuşum da kundağım oluvermiş, terlikler ve gecelikler…
Kitaplar bunları da anlatırdı da Lili, ben anlamazdım. Onlar gerçekti, düşleri ise benden başka kimse bilmezdi. Sandıklar dolusu düşlerden söz ediyorum Lili.
*
Çok mu sert çıktım ne? Üzüldüm sonra. Nevrotik kadınları düşündüm, tanıdığım ve… Gözlerimin önüne geliverdi de söyleyiverdim. Nevrotik kadınların erkekleri… Baba, eş, erkek çocuk. Bir türlü mutlu edemediğin. Çirkin ördek yavrusu gibi olmuyor hiçbir şey. Büyüdükçe… Daha çok kirleniyor, çirkinleşiyordu her şey.
Üzüldüm sonra. Öyle işte. Bu gece, affedilmek için gece parfümü melisanın kokuları ve ağustos böceklerinin sesleri eşliğinde ahlar ağacına bir kelime daha astım, “Ah!”
Bazı çocuklar vardır, kız çocukları. Kimisi bir elin tersiyle yer tokadı, kimisine tokat gibi gelir kelimeler, kimine bakışlar yeter… Her çocuk farklıdır Lili. Kadın olduğum için çocuklara elimi, dilimi, bakışlarımı…Baba, eş, erkek çocuk istiyor diye… Benden öğrenmelerini hiç istemedim Lili, nasıl kadın olunur. Benden öğrenmelerini istemezdim Lili. Yaşları ne olursa olsun. Üzgünüm Lili. Artık biliyorlar, öğrenmişlerdir diye düşünmüştüm.
Büyülü gerçeklik hem öğretir hem de düşlemeyi öğretir. Düşlemeden hiçbir şey gerçek olamaz. Bilmediğin bir şeyi de düşleyemezsin. Düş ve gerçek birlikte var olur, Lili.
Küçük bir çocuğa nasıl kitap okumayı sevdirebilirsin? Ay ile ilgili bir masal uydurursun.
“Ben gerçekleri öğrenmek istiyorum” diye diretir, dinlemek istemez dokuz yaşındaki kız çocuğu. “Ben ayın nasıl döndüğünü, güneşten aldığı ışığı bize yansıttığını…”
“Bunu istemesen de öğreneceksin. Hatta Google Amca’ya sorabilirsin. Ama hayal kurmayı öğrenmek için kitap okunur.”
Düşüncelidir ve çocuk olur birden karşındaki.
Çok sonra yanına gelir.
“Bana hayal kurmayı öğretir misiniz?”
“Birlikte öğreniriz, olur mu?”
Lili, isterdim ki büyülü bir gerçeklik olsundu sözdizimlerim. Çok mu acımasız ve gerçekçi oldu da duvarlar yükseliverdi Lili.
Bu gece büyülemek var geceyi. Gece ve düş. Koku, ses ve görüntü. Karanlıkta parlayan alevlerin dans edişi gibi.
Günaydın Lili.
Bir yanıt bırakın