YARATICI OKUMAK YAZMAK 03 Ağustos 2024 / Cumartesi
Miras kitabının kulüp toplantısı yarınmış. Kitabı bitirmem gerektiğini düşünüyordum ve akşam geç saate kadar sonlara yaklaştım. Çok hızlı okumaya başladım. Bunun benden kaynaklı olmadığından eminim. Yazar metnin hızını arttırdı. Altı çizilmesi gereken çok paragraf var. Gerçek dünyaya öyle bağlı ki anlatı. Belki de birilerini suçlamayı bekliyorum. Belki de çözümünü anlatıcı tarafından verilmesini umuyorum ilerlediğim her sayfa beklentim bu. Toplumda yaşananları düşünüyor, anlamaya çalışıyorum. Dinlemek yetmiyor, taraf tutmak gerek sanki. Kardeşini Doğurmak kitabı aklıma düştü. Almış ama okuyamamıştım. Kendimi başkasının yerine koymakta üstüme yok. Başkalarının gölgesi üzerime geliyor gibi oluyor. Acı dayanılmaz bir hal alıyor. Savaşlar, yıkımlar, ezilen insanlar, çocuklar, hayvanlar… Dünyanın artık yaşanamayacak kadar iğrenç olduğunu düşünüyor, karanlık ve boşlukta kalıyorum. Murat Gülsoy ile Ayfer Tunç’un Diyaloglar’da bu kitap üzerine konuşmalarını izledim. Bence izlenmesi gereken bir program olmuş. Bir de yazarın bir söyleşisini dinledim ama bana yeterli gelmedi. Bunun açıklamasını, kendi dilinden konuşmadığı -İngilizce konuşuyordu- için kelimeleri bulamadığını ve anlatmakta zorlandığını söylemişti ve çok üzülmüştüm. Neden kendi dilinde bir söyleşi yapmamışlardı ki. Bunu yazarına yapılmış en büyük haksızlık olarak görmüştüm. Yarın akşam da Gülkız Turan’ın incelemesini dinleyeceğim.
Öğretmen arkadaşım, yıllar önce, ona anlatılan bir taciz olayını yazmaya çalışmıştı. Ona yardımcı olamamıştım. Yazım yanlışlarını düzeltmeye çalışmıştım. Sorular sorarak konuyu işlemesine yardım etmeye çalışmıştım. Benim yazmamı önermişti ama korkmuştum. Başkasının yerine geçmek öyle acı ki, güçlü olmak gerekiyor. Bunun yalnızca bana özel durum olmadığını bir yazardan dinlediğimde “evet zor konulara dokunmamalısın,” demiştim kendi kendime. Bugün…
Bugün arkadaşlarla buluştum. Her şey öyle kötü ki… Ağlamak istiyorum ama bunun beni rahatlatmayacağından eminim. Sokak köpeklerine yapılanlar hakkında bile yazamıyordum. Çocuklar hakkında yazamadığım gibi. İkisinin de aynı canlılardan olduklarını düşünüyorum. Dilleri yok, kendilerini ifade edebilecek dilleri yok. Umarım gerçekten travmalarını unuturlar, umarım gerçekten ülkemizin toplumsal yapısının gerçekleri yani ayıpları olduğunu anlarlar. Arkadaşlarımın anlattıkları da iç açıcı değildi, insanları anlatıyorlardı. “Ben değil insanları, köpekleri bile düşünemiyorum, kendimden utanıyorum,” dedim. “Delirmekten korkuyorum.” Beni çok çok aşan konular. Uzakta durmayı, dışarıdan bakmayı bir becerebilsem… Yok yazmayacağım. “Yine işaretleri takıntı yapmaya başladım. Evrene kötü mesajlar iletiyormuşum gibi geliyor.” “Sakın yapma,” dediler. Çekim yasasına bir zamanlar inanıyordum. Aslında bunun ne olduğunu çözmüştüm. Olumsuz duygular etrafındaki olumsuzluklara odaklanmana neden oluyor ve hep o pencereden bakıyorsun. Bunu çekimden çok psikolojik zayıflık olarak algılamıştım. Düşündüklerimizi, korkularımızı çekmediğimizi, sadece ona yönelimlerimiz olduğunu deneyimlemiştim. Bunun psikolojik açıklaması ve hayvanlar üzerinde deneyleri de vardı. Gölge var bir de.
Nurdan Gürbilek’in Yer Değiştiren Gölge adlı deneme kitabını raflardan çıkardım. İlk bölümünü altını çizerek okumuşum. İnsan bir hayvan. Çocuklar iç güdüleriyle hayatta kalan insan yavruları. Hep deriz, onları koruyan Allah. Düşerler ama onlar korunur. Kıl payı atlatırlar tehlikeleri. Hasta olmazlar yağmurun altında oynadıklarında ya da soğukta. Eğitim insanın içindeki ilkel hayvanının eğitilmesine yeterli gelmiyor. Eğitilmeyen kötü yanları yani gölgeleri olmalı. Her an ortaya çıkabilecek ve yıkıcı olabilecek karanlık güçleri. Ne yazık ki o karanlığı gölgeyi bilmedikleri için daha iyi insanca da olamıyorlar. Seramik kara kedime korkumdan dolayı Altın Gölge adını takmıştım. Yoo Gölge adıyla kalmalı. Ben de gölgemden korkacak değilim ya. Korkmalı mıyım yoksa? Karamsar, karanlık, boşluk duyguları yani iç güdülerim kendi kendime zarar vermeme mi neden olur? Ne kadar manik uçlara gidersen, depresif karanlığın da uzaklara sonsuza uzanır. Zıt kutuplar arasında verilen mücadelenin ne kadar zorlu olduğunu biliyorum. Korkutucu, yorucu, yıpratıcı. Belki de bipolar hastaların, asıl hasta olma nedenleridir. Psikolojik sorunlar gittikçe yaygınlaşıyor ve psikiyatrik destek alanların sayısı artıyor. Bundan kurtulmanın tek yolu ilaç kullanmak. O zaman karanlığa, adi teflon tavaya yapışan yumurta gibi yapışıp kalmazsın.
Bugün bir öykü aklıma düştü. “Ne Güzel Ölmüştüm”. Zıt kutupları hissediyorum. Sarsıcı. Yıkıcı.
Gölge yok olduğunda acaba ne oluyor? Altın Gölge gerçekten var mı? İnternetten birkaç yazı okudum. Okunacak çok şey var. Ursula Le Guin’in Yerdeniz Öyküleri’ni anımsadım. Unutmak iyi mi? Oldu mu şimdi unutma rolünü oynamak?
İnsan çağrışımlarıyla gününü yaşar, hayatını devri daim yapar. Kentte öyle çok uyaran var ki… Bunlara bir de haberler, diziler eklendiğinde gerçekten de sanal bir dünyada yaşamalarına neden olur. Gölgelerini beslerler sanırım böylece. Toplumların yönetilmesi…
“Bizim toplum da değişiyor. Gittikçe birbirimize yabancılaşıyoruz,” dedi. “Ama biz değil,” dedim. Biz hâlâ mücadele ediyoruz.
“Medeniyet dediğin şey görmezden gelmek… Kendi yaşamını merkeze koyan yazılar… Aşırı bir bireyselleşme var, kendini ifade etmeye motive ediyor… Gerçek hayatı kurgulamak…” Bugün dinlediğim Diyaloglar’dan aldığım notlardan.
Bitti.
Bir yanıt bırakın