YARATICI OKUMAK YAZMAK 01 Ağustos 2024 / Perşembe
“Yazarak öğreniyoruz,” dedi.
“Bir de okuyarak ama okudukça yazmam gerekmediğini anlıyorum. Her şey öyle sıradan ve rutin ki…”
Son yazdıklarımı okudu. “Yine hastalık anlatmışsın,” dedi. “Bir gün sevebileceğin bir dosyayı sana vereceğime inanıyorum,” dedim. Yüksek sesle okumuştu ve ne zaman istediğim gibi olacak, diye düşünüyordum.
“Konusu ne olacak?”
“Bilmiyorum. Bildiğim dün görüştüğüm Beril’i anlatmak istediğim.”
Derin bir nefes aldı, “Hastalık… Editörlüğünü kabul etmeyeceğim, bak şimdiden söylüyorum.”
“Onların hikâyeleri hep aynı. Onu anladığımı düşünüyorum, belki ben daha gerçekçi anlatabilirim. Onunla Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları hastanesine gideceğim. Yalnız gitmek istemediğini söyledi. Onu kıramadım.”
“Bilirim seni. Sana iyi gelmeyeceğini bildiğin halde…”
“Belki de yazmamalıyım,” dedim düşüncelerime son noktayı koymak istercesine. “Herkesin hikâyesi var. Her günün içinden bir hikâye bal gibi de çıkıyor. Bunu denedim, biliyorsun. Şimdi başka şeyler yazmak istiyorum. İş rutine bindi ve can sıkıcı olmaya başladı. Canım sıkılıyor artık.”
“Yazdıklarının içinde üzerinde çalışabileceğin yazılar var. Oradaki insanların hikâyelerini yazabilirsin.”
“Beril… Hikâyesi olmayan insan mutsuz olurmuş,” dedim güldüm.
“Tamam Beril olsun. Ne yapalım.”
“Konuyu değiştirelim mi?” arkama dönüp masalara baktım. “Kalabalık değil, insanlar kenti terk etmiş.”
O dolu masaları sayıyordu. Ben de boş olanları… Hava serinlemişti. Hiçbir şey yapmadan yaşamak geçiyordu içimden. Bunun sorumlusu elbette roman okumamamdı. “Neler okuyorsun?” diye sordu. Yanıt veremedim. Kaç gündür aynı kitapları okuyordum. Miras’ı söyledim. Uzak Okuma’yı bitirmeme bir bölüm kaldı. Jung okuyorum. Birkaç deneme kitapları…
Miras’ı öyle hızlı okuyorum ki, yine kalem kullanmadan okuyorum. Oysa yakın okuma yaparak üzerinde birkaç paragrafta olsa bir şeyler yazmak istiyordum. Cümle tekrarları, anlatıcının kaygılarını çok iyi yansıtıyor. Çevirisi çok güzel. Babanın ölümüyle başlıyor anlatı. Kitabın yarısında da cenaze töreni yapılıyor. Buradan sonra nasıl anlatacağını merak ediyorum. Bu arada roman üzerine yapılan bir video izledim. Diyaloglar Ayfer Tunç ve Murat Gülsoy’un hazırladıkları yayını da izleyeceğim.
Kısaca böyle özetledim. “Ben de alayım,” dedi. “Almana gerek yok ben veririm.” “Belki okursun.” “Senden alırım. Psikanalist bölümleri ilgimi çekti. Yeni yeni psikolojiye merak duymaya başladım. Toplumsal baskılardan kaynaklı nevrozlara ilgi duyuyorum. Bu aralar gölgeye de taktım.” “Aileyi de ele alacaksın, değil mi?” “Orası kesin. Sonuçta aile toplumsal baskıların bekçiliğini yapıyor. Küçük Kara Balık’larız.” “Hep çocuk kitaplarına gönderme yapıyorsun, ne zaman büyüyeceksin.” “Çocuk edebiyatında iyi bir çözümlemeci olduğumu düşünüyorum. Yetişkin eserlerini çözümleyebildiğimde onlara gönderme yaparım.” Bana baktı. “Gerçekten çocuk edebiyatında iyiyim.” Başını salladı. “Zeytin Büyücüsü ne oldu?” “Yazdığım bölümler çöp oldu.” “Neden?” “Okuyup öğrendikçe her şey değişip duruyor. Okuma ağırlıklı ilerliyorum.”
Bir süre sessiz kaldıktan sonra havadan sudan olmayan konulardan konuştuk. Haberler… Ne olacak sonumuz? Nefes almak gibi bir şey okumak. Peki ya yazmak? Tatile çıkmalı.
Eve geldiğimde saat geç olmuştu. Birkaç video izledim, notlar aldım. Çok yavaş ilerliyor olmaktan sıkılıyorum. Okunacak çok kitap var. Sahaf arkadaşım aradı. Ayırdığım kitap var mı diye soruyor. Beş yıldan önce olmaz, dedim. Tatil… Karnım tok. Kendime kahve yaptım. Editörümle dışarıda yemek yemiştik. O tatilden yeni döndü. Belki bu yüzden aklıma hep tatil yapmak geliyordur. Uykum kaçtı işte. Okumak Atölyesi gördüm internette dolaşırken. İlgimi çekti, güzelmiş. Gülkız Turan kitap değerlendirme ve çözümlemelerini youtube kanalı üzerinden yayınlıyor. Ben de gün gelir, yazarım belki. Ayda bir, bir kitap…
“Çok aptalca yazıyorum bazen. Tüm ciddiyetimi kaybediyorum,” demiştim bugün editörüme. Bazen başkalarınınki kadar olmasa da kendi sözlerimizi de ciddiye almalıyız. Yaratıcı okurluk bir eğitim gerektiriyor. Atölyeler oldukça yaygınlaştı. İyi ki yayınlaştı. Birbirimizi anlamak için zaman ayırmıyoruz, kendi hikâyelerimizi paylaşamaz duruma geldik de mi böyle oldu? Böyle olunca da yazılı hikâyelere mi yöneldik? Neler olduğunu bilmiyorum. Nereye gittiğimizi de.
Mekan İstanbul, Kadıköy. Hikâyenin kahramanı bir kadın. Ama bu kadın gerçek hayatta yok; o bu kentin hayaleti. Kalabalığın içinde bilmediğimiz, tanımadığımız ama göz göze gelip bakışlarımızı kaçırdığımız bir kadın olabilir mi?
Bitti.
Bir yanıt bırakın