UZAK GÜNLÜKLER- 22 Eylül 2023 / Perşembe
Anlatısında yoğun bir bunalımı hatta ifade etmeye çalıştığım boğuntuyu ve karanlığı buldum. O, bu kelimelerin hiçbirini kullanmıyordu. Kız kardeşinin bozulan psikolojisinde de depresyon denilmiyordu. İkisinin de doğanın karanlık derinliklerinden gelen, yaşamı sorgulatan, gözlemleyen bir bakışı görüyordum. Onların yerine geçmek değil, onlarla anlatıda ilerleyişti beni etki altında bırakan. Oysa ben günlük güneşlik verimli bir ovada yetişmiş, doğanın bereketiyle büyümüştüm. Her şey merak duygusu uyandırıyor, tanımaya çalışıyordum. Hayat bir doğa döngüsünden başka ne olabilirdi ki? Kırk beş yıldan çok daha önce… Dağ değil tepe bile görmemiştim. Trenle yaptığımız yolculuklarda pencereden hızla geçen görüntüler dışında görmedim. O yıllarda tepeler gözümde bir dağ gibi büyürdü. Gördüğüm Nif dağı çok uzaktaydı, puslu görüntüsünde gerçek boyutlarını hayal etmem olanaksızdı. Tepelerine kış mevsimlerinde kar yağdığını söylerlerdi. Karı da tanımamıştım. O kadar soğuk olmazdı hava. Yaşlı kadınların, buharlı trenlerin raylara boşalttığı közleri toplayışının nedenini kavrayamazdım. Büyük kentin girişindeki tepelere kondurulan evlerin resmini yağlıboya ile yarışma için yapmıştım ve bana ikincilik getirmişti; Yaşadığımız Çevre… Uçsuz bucaksız görünen ovanın yeşilliğine hayran kalırdım ama beni ilgilendiren daha çok insanların evlerini kurup hep birlikte yaşadıkları yerlerdi. Köy evleri genellikle birbirlerinden uzaktı ama çok uzak değil. Kerpiç evler… Tarlalarda da hemen hemen her tarlada bulunan, sazlıklardan yapılan çardaklar olurdu. Kentteki evler ise karşılıklıydı ve bahçeli küçük şirin evlerdi. Alışverişe gittiğimiz mekanımızın tarihi dokusunun bilincinde de değildim. Yıllar sonra yaşadığım ilçeye bağlı yakın köyde bulunan antik kentin tanrıçasına merak sarmıştım. Kimdi bu Tanrıça? Tapınılan kadın! Çevremde, kadınların değerlerinin olmadığını anlayacak yaşlardaydım. Tarlada onlar çalışıyor, erkekler kahvede oyun oynuyorlardı. Kadınların dışarıda gidecekleri bir mekanları olmadığı için, kapı önlerine oturaklarını çıkarıp hep birlikte oturur konuşurlar, yoldan geçenlerle sohbet ederlerdi. Annem onlarla konuşur ama oturmazdı; yapacak çok işi vardı. İşten dönünce mesaisi evde yeni başlardı. Bizden sonra yatar, sabah bizden önce kalkar kahvaltıyı hazırlardı.
Evin karşısındaki yazlık sinemaya kardeşlerimle birlikte giderdik; bir yandan gazozlarımızı içer, diğer yandan da sinemayı izlerdik. Çekirdek kabuklarını yere atmayan bizdik sanırım. Sinemanın diğer tarafında kahvehaneler olurdu. Önünden geçerken önümüze bakardık. Sadece kahvehaneler olmazdı; meyhaneler de buradaydı. Bir tür ilçenin merkezindeydik sayılır. İstasyon bunu gerekli kılardı. Yolcular saatlerce beklemek zorunda oldukları için erkekler burada pineklerdi. Kadınlar da bekleme salonlarında. Kadınlar olduğu için ben de salona rahatlıkla girebiliyordum. Babam girmeyin buraya demezdi. Sessizce yolcunun karşısında oturur, bohçasında neler olduğunu düşünürdüm. Bazen çıkınlarını açar bir şeyler atıştırırlardı. Daha çok haşlanmış patatesleri olurdu. Bohçacı kadınlar da eksik olmazdı. Kumaşlar, örgüler, danteller… Kadınlara her birini tek tek çıkarıp sererlerken ben de arkalarından hayranlıkla izlerdim. O kumaşlara sahip olsam ne elbiseler dikerdim? Yani büyüyünce, dikiş dikmesini öğrenince… Hâlâ severim kumaşlara dokunmayı ve nasıl elbiseler dikileceğini çocukluğumdaki gibi hayalimde canlandırmayı. Defterlerime çizdiğim elbise modellerini besleyen annemin aldığı renkli Burda dergisi olurdu. Sürekli mesleğimi bırakıp modelist mi olsam diye düşünürdüm. Giyinmeyi severdim.
Toprakla oynamayı severdim. Sıcak yaz günlerinde bahçeyi sulayan annemin kızmasına rağmen arkın içinde koşmaktan zevk alırdım. Su taşırırdık kardeşimle, elimizle kapatmak olanaksızlaşır, annem akan suyun azaldığını fark edince yanımıza gelirdi. Kızmanın dışında bir şey yapmadığı için olmalı, sözünü dinlemezdik. Serin buz gibi suya bırakırdık kendimizi. Çamurdan kurabiyeler, çanaklar, tabaklar yapar, güneşin altında kuruturduk. Doğa bizi saran besleyendi. Güneş de öyle. Çiçekler, ağaçlar, böcekler… Bahçe sulandıktan sonra su çukurlarda birikir, günlerce kurumazdı. En çok bu çukurları gezip iribaşların, küçük kurbağalara değişimini izlemeyi severdim. Babam sulak bir yer olduğunu, beş metreden su çıktığını söylerdi. Şimdi bahçenin sulanmasıyla kuruması bir oluyor. Hiç kurbağa da kalmadı. Hatta tren yoluna paralel akan suyun içinde büyüyen kargılar da artık yok. Su yok. Kargılardan düdük yapardı babam. Bizim için bahçeden hayvan hiç eksik edilmezdi. Beslediğimiz koyunu ya da tavuğu kesip yerken bir şey hissetmezdim. Kesimleri bizden gizli yapılırdı.
Kitaplarla konuşmak böyle bir şey. Uzak Günlükler sanırım son günlüklerim olacak. Artık anlatacak hikâyem kalmayacak. Tekrar anlatmaya çalışsam artık değişen bir şey olmayacak. Yeni bir yolculuk başlayacak. Doğayı, ağaçları, bitkileri, böcekleri, hayvanları izlemek ve daha çok da suskunluk içinde başkalarının hikâyelerini dinlemek… Anlamaya çalışmak, farkında olmak, merak duygumun peşine takılmak… Babam yaşlandıkça gelecek hakkında umutsuz şeyler söylemeye başladı. Sular metrelerce altında kalmıştı yüzeyin. Çoğu yerde artık su çıkmıyordu. Toprak suya açtı. Verimli tarlalara konutlar yapılmıştı. Arılar azalmıştı. Hayvan bakan, tarlada çalışan yerli halk gittikçe ellerindeki tarlaları satıp fabrikalarda çalışmaya başlamıştı. Açlık, diyordu babam, kapımıza kadar geldi; toprağına gittikçe daha çok bağlanıyordu.
Karanlık değildi bahçemiz. Günlük güneşlik verimli topraklar üzerinde yaşıyorduk. Günlük güneşlik bahçede mutlu çocuklardık sanırım. Ağaçların koyu gölgelerinde kitaplar okurduk. Daha çok hayal kurar, şimdi olduğu gibi kitapla konuşmaya başlar, kitapları dinlemezdim; onun beni dinleme zamanı olurdu. Değişen bir şey yok.
Güneşe rağmen çocuk ruhumla melankoliyi nasıl taşıdım, nereden bulaştı hiç anlamıyorum. İnsanlar her zaman zorlamıştır beni. Zorlaştırmışlardır yaşamı. Anlattıkları hikâyelerden mi kaynaklıydı, henüz bir şey bilmiyorum. Mutlu olmaya hiç çalışmadım. O kendiliğinden gelen bir şeydi. Yaptığım uğraşlardan kaynaklıydı. Merakımdı. Mutsuz eden tek şey olmuştu okuduğum kitaplar. Kemalettin Tuğcu’nun öksüz, besleme çocukları. Onların yerine kendimi koymayı nasıl başarıyordum, bunu da bilmiyorum. Doğanın bana öğrettiği bir şey olabilir. Dokunduğum ağaç, çiçek, böcek ben olabiliyordum. Onlara bu nedenle zarar vermiyordum. Birbirimizin diline bilmesek de anlaşabiliyorduk. Onlarla ilgili kitap okumamış olsam da. Onları kendi deneyimlerimle tanımıştım. Bipolarlık nereden çıktı hiç anlamıyorum. İnsan ilişkileri çok yormuştu, olabilir.
Bir yanıt bırakın