UZAK GÜNLÜKLER – 23 Eylül 2023 / Cumartesi
Buzdolabının kapısını kapatınca üzerindeki magnetlerle yüz yüze geldim. Gezilerden, hediyelerden oluşan bir grup. Hiç fotoğraf yer almadı kapısında. Başka evlerde karşılaştığım fotoğraflara bakarken içim burkulurdu. Yaşayanların gerçek hayatta, fotoğraflarda gösterdikleri yüzlerini çok nadir görmüşümdür de inandırıcı gelmemiştir.
Kitabı okumaya ara verdim. Kalede yaşayan prensin konuşmalarını dinliyorum. Anlatıcımız yirmili yaşlarda bir delikanlı. Prens, halkın sefil yaşantısına bakışını üzerine anlattıklarını söyleme gereksinimi duymuyorum. İstese bunu değiştirecek güce sahip. O topraklarını genişlettiğinden memnun; sel felaketinin ardından yapmak zorunda kaldığı masraftan şikayetçi. Doğa ile iç içe yaşasa da ilgisini o yöne çevirmiyor, buraya sahip olduğu topraklar olarak bakıyor. İnsanların yaşamı da onu ilgilendirmiyor. Bir yandan doğanın insan psikolojisine böyle olumsuz bir etki göstermesi beni şaşırtıyor. Bilmediğim bir şey ama anlatılanları anladığımı düşünüyorum. Başkasını anlamak, empati duymak, duygularını hissetmek, orada olmak yani içinde olmak, farklı bir yaşantıyı yaşamak… Her şeyin başının eğitim olduğunu yeniden görüyorum. Bir başka dünyanın olanaklı olduğunu, insanlığın yüz yıllarca verdiği bir mücadele oluşunu anlamak. Ormanın bir metafor olduğunu görüyorum. Karanlık; kapitalizmin insanları nasıl sömürdüğü…
Çocuklar her zaman, bu ne, sorusunu sorarlar. Neden sorusu da bundan sonra geliyor olmalı. Ben çok erken, neden, diye sormaya başladım sanırım. Neden böyle oluyor? Elimdeki kitaplar her zaman birçok soru sormama neden oldu. Şimdi yazarken prensi düşündüm. Maddi olarak güçlü biri olabilir ama manevi yönden elinde hiçbir şey yok. Öyle bir uçurum yaratmış ki kale duvarlarının ardında, ulaşımı çok zor bir yerde yaşıyor. İnsanları yargılıyor; değerlendirmeleri de oldukça bireysel… Anlatıcının güçlü kalemine, aktarımına hayran kalıyorum. Onun otobiyografik olan kitaplarını okumak istedim birden.
Okumaya ara veriyorum. Prensin anlatısı artık sıkıyor beni. Susmasını ve dışarıda bir şeylerin değişmesini bekliyorum. Ama biliyorum ki bu boşuna bir bekleyiş. İnsanlara, topraklarındaki yarım yıl yetecek ürünün hasadına karşı çıkıyor; açlık.
Başka bir kitabı elime alıyorum. Bana artık huzur vermiyor. Öfke olabilir mi? Bilmiyorum. Bildiğim metaforları kaçırıyor oluşum. İnternetten iki saatlik bir videoyu izliyorum. Benim, hikâyemin sonuna geldiğim düşüncesinin başka sözcük dizimiyle açıklaması bir tür. İzlediğim videoda anlatılanları yazmak istesem de yazamıyorum çünkü kullandığı sözcükler ve sözcük dizimleri çok farklı. Fakat uyguladığımı fark ediyorum. Fark benim doğru sözcüğü kullanmıyor oluşum. Benim hikâye dediğim şey, burada bir başka sözcükle açıklanıyor. Açıklamak benim için şimdilik olanaksız.
Arkadaşımla buluştum. Duygularımızın farkına varmamız, olaylara yaklaşımlarımızın değişmesi bizi ürkütüyor biraz. Neler oluyor? Yaşımızla gelen bir değişim olduğunu söylüyorum. Bu değişimi başlatan olay ne? Bir türlü başını bulamıyorum. Zamanın değil değişimin çok hızlı akışından şikayetçiyim. Yetişememe duygusu taşıyorum. Ölümün sezilen ayak sesleri mi? Öldüğümü bilemeyeceğim ya da bu deneyim hakkında hiç bilgimiz yok bekliyoruz. Bu bilinmeyen son korku yaratmıyor. Çünkü gerçekten akışta kalıyorsun. Dört beş kitabı aynı anda okuyorum. Elbette hepsinin alanı farklı. Bir roman, bir anlatı, bir öykü, bir mitoloji, zeytin yetiştiriciliği ve zeytinin sanattaki yeri. Eğitim süresince birkaç kitap birden okumaya alışkın olduğum için zorluk çekmiyorum. Gerçi bunu herkes yapıyor, ilkokul sıralarında başlanıyor ve farklı dersleri çalışmak zorunda kalıyorsun. Bunun sürekliliği nedeniyle farkında olamıyoruz demek ki. Rutin geliyor bize. Sevmediğim işleri yaparken başka şeyler düşünüyorum, tereyağını kullanmayı denemeyi, tuzu azaltmayı, birkaç baharat eklemeyi, sos yapmaya çalışmayı…
Psikiyatristimden en yakın kasım ayına randevu bulabildim. Ona, bu değişimi nasıl başlattığını, bunu nasıl başardığımızı sormak istiyorum. Bunu anlatabilmeyi öyle çok istiyorum ki. Yirmi yıl süresince neler yaptık? Neden yirmi yılı buldu? Daha erken olamaz mıydı, değişimi fark etmem. Eskisi gibi birkaç cümlede bir konuyu değiştirmiyorum. Çağrışımları kontrol altına almayı öğreniyorum. Kontrol kelimesi doğru olmadı. Sıraya koymak, daha doğru geliyor kulağıma.
Çocuklarla kurduğum ilişkileri de anlatamıyorum. Diyaloglarımız aklımda kalmıyor. Birbirimizi dinleyerek konuştuğumuz ve sözcük dizimlerimizin farklı olduğu için tekrar edemiyorum. Keşke o yıllarda yazmış olsaydım. Hatırladıklarım beni yaralayan olaylar… Her zaman söylüyorum, kötü olayları hiç unutmayacağız. Bu nedenle daha sonra güzel şeyleri hatırlamak için yazmalıyız. Günlük yazmalıyız. Bu günlüklerin bizi nereye götüreceğini tahmin bile edemeyiz. Şekil A daki gibi. Ama şimdi dinleyerek konuşmadığımı düşünüyorum. Yazarken kolay oluyor, cümleyi kâğıt üzerinde görüyorsun ve düzeltme şansına sahipsin. Ya konuşurken?
Kitabın yarattığı gerginlik boğuculuk geçti. Sabah oluyor. Kendime bir yıl bu akışa bırakmayı düşünüyorum. Nerelere gidecek, hangi rotayı izleyecek hiç fikrim yok. Heyecanlandırıyor beni. Yeni yerler öğreneceğim, yeni karakterlerle tanışacağım, çocuk tarafıma çocuk kitapları okuyacağım, insanlığın geldiği bu güne evrimine tanık olacağım… Mutluluk, öfke, korku, üzüntü, şaşkınlık, tiksinme duyguları hayatın akışında yeniden yeniden deneyimleyeceğim.
Bugün günlüğümde bugünden çok fazla uzaklaşamadım. Bir dağ deneyimimi yazmayı düşünüyordum oysa. Kısacık bir paragraf olacaktı. Yirmili yaşlarımda ilk dağ deneyimim oldu. Karadeniz dağlarının eteklerindeki uçsuz bucaksız ormanın bucağında evler vardı birbirlerinden uzak. Tek başlarına nasıl yaşadıklarını düşünürdüm ama gördüm ki tek başlarına değiller. Ev halkı çok kalabalık. Akşamları birbirlerine misafir olurlarmış. Şaşırdım. Evin hemen arkasında orman tepelere kadar uzuyordu. Yürüyüşe çıkmıştık. Gerçi benim için yürüyüş değildi, toprak yüzeyinde kalan köklere tutunmak zorunda kalıyordum. Emekler gibi… Nefessiz kaldığımı hissediyordum. Korktum. Eve yamaç boyunca kıvırılarak ilerleyen yolda araçla giderken aşağılara bakamıyordum, başımı döndürüyordu manzara. Bir gün sis kapladı her yeri. Evden çıktım ve bahçede kollarımı açıp damlacıkların dokunuşlarını hissettim. Ayağımı zor seçiyordum. Mutluydum. Çok güzeldi. Akşam evden çıkıp sesleri dinledim; korkunç bir sessizlikle karşılaştım; şaşırmıştım. Gökyüzüne bakınca korkum geçmişti; yıldızlar öyle yakındı ki bir hamak gibi üzerimizde uzanıyordu. Mutluydum. Yaylaya çıktık. Şenliklere katıldık. İnsanların bu yaylaları neden sevdiklerini, burada yaşamak istediklerini anlamıyordum. Şaşırmıştım. Bunu da çok sonra anlayacaktım. Deniz değil, topraktı ufukla birleşen. Sonsuz uzanış, bitmeyecek bir yol. Duygu. Bunun tarifi zor olmalı. Ormanın hayatı zorlaştırıcı yanı burada yoktu. Bilinmezlik yoktu. Önünü görememek yoktu. Ormanın verdiği korku burada daha da azalıyordu. Huzur. Şimdi internetten vadilerin, kanyonların, kayalıkların, uçurumların görsellerine bakıyorum. Bir kez daha doğaya hayran kalıyorum. Hayatın koşuşturması içinde birçok şeyi kaçırmışım.
Bir yanıt bırakın