KİTAPLI KEDİLİ – 17 Ekim 2023 / Salı

KİTAPLI KEDİLİ – 17 Ekim 2023 / Salı

İlk oluyor, Eme’nin başucumda yatması. Uzun bir süre kıpırdamadan yattı. Sezgilerini merak ettim. Kesin bir şeyler dönüyor. Ben mi döndürüyorum yoksa, o mu? Karadut da ondan öğreniyor birçok şeyi. Sevilmeyi de öğrenmesi gerekiyormuş, diye düşünüyorum. Hayvanlarla insanlar arasındaki ilişkilerde ilk sevgiyi insanlar gösteriyor; güven vermesi gerekiyor; karşılıksız olması. On yıl sonra da olsa Eme’den ilk karşılık alıyorum. Oysa onu öyle kabul etmiş ve hizmetçisi olduğumu düşünmeye başlamıştım. İnsanlar…

Bugünlerde yaşananlar yıllar sonra anımsatmak için, ders almak için belgeseller filimler olarak karşımıza çıkacak. Bir arada nasıl olabileceğimizi öğrenmek için yüzyılların geçmesi mi gerekiyor? Ütopyalardan çok distopyalarla ilerlerken… Anlaşmazlıklar nasıl çözülür, sorusuna yanıt arayamayacağım artık. Ancak kendimizi bir parça değiştirebiliyoruz. Bu da ne üzücü ki yaşla birlikte geliyor. O zaman da kuşak farklılıkları yüzünden ayrı bir anlaşmazlık gösteriyor. İki kuşak bir arada zaman zaman da olsa göründü ya küçük de olsa bir adım. Fotoğraflar yine çocukların yaşadıkları üzerine. Her savaşta ön planda çocuklar oluyor ama görmesi gerekenler görmüyor.

Beş gün konuşmadı. Bir gün “Su,” dedi, bir de adımı söyledi. Onu yanaklarından öptüm. O beş gün kim bilir onun için kaç yıla denk gelmişti; bir ömrü sığdırmış olmalı. Neden yürüyorsun ki, otur artık, dediğinde “Ne kadar yaşayacağımı bilmiyorum, ayaklarımın üzerinde durabilmeliyim.”  Yaşının getirdiği bir düşünceydi. Ona göre savaş kapıyı çalmak üzereydi, bahçesini koruyordu; sebzeleri ve meyveleri vardı. Derin nefes alışı yaşamak… Nefessiz kalmak, tekrar nefes alacağını düşünmek.  Onu son olarak görüşüm, on gün öncesiydi. Tanıyamadım, öyle zayıftı ki; artık ayakta duramadığından şikayetçi olmuştu ama psikolojisi iyiydi; içindekilerin fırtına olduğunu düşünürdüm; öyle değilmiş. Nasıl birlikte yaşanabileceğini öğrenmiş, dinginleşmişti. Tartışmalar, anlaşmazlıklar ve her şeyin anlamsızlığı… Nasıl olur da daha önce fark edilmemişti. Elindeki işleriyle ilgili materyalleri isteyen birisine çok kızmıştı. Onu anlıyordum ve ben bunu hiç aklımdan bile geçirmemiştim. O yatakta yatarken, bu isteğin anlamsız olduğuna inanıyordum. Ona hak verdim. “Bir ışık var, orada ağacın altında iki çocuk oturuyor. Haydi yanlarına gidelim, kokuyu sen de alıyor musun? Leylak mı bu?” Ağır ağır söylenen son sözler.

Tartışmayı öğreneceğiz de nasıl? Birçok şeyi unuttum. Yani okuduklarımı. Sadece benim işime yaradı sanırım. Yeni kuşağa bunu nasıl öğreteceğimiz zor ama bunu kadınların işi olarak görmek bir kaçış. Böl, yönet sonra da suçlu olarak ilan et. Yüz yıllardır kadınların üzerinden bu düzen sürmekte. Baş örtüsünü yere atmakla başlayan direnişlerinde bile söz hakkına sahip değiller.

Artık sonbahar kendisini göstermeye başladı. Bugün doğum günü kutlamasını ikimiz yaptık. Uzun zamandır yazılarımı okumadı. “Çok yazmıyorum zaten.” Çalakalem yazıyorum. Tren İstasyonu konulu bir öykü yazdım. Kiltablet Dergisi’ne gönderdim. Ben yazmayacağım da kim yazacak. Bir kitap dosyası öykü yazabilirim. İstiyor muyum? Hayır istemiyorum. Neden? Ona zaman ayıramayacağım. Ne zaman öleceğimi bilsem sanırım ne kitap okurum ne de yazarım. Hayal kurarım. Hiç kurmadığım hayaller olmalı. Şu anda bu hayaller hakkında hiçbir fikrim yok ama zaman gelince kurulduğunu, konuşmasalar dahi, biliyorum. Yeni gelişen duruma göre insanın değiştiğini öğrendim. Anlaşmazlıkların, savaşların, tartışmaların anlamsızlığı. Terk edilmiş  köyde yalnız yaşayan adamı düşünüyorum. Çocuklarının çağrılarına uymayan… Artık kahveye bile çıkmayan, bütün gününü pencerenin önünde oturarak geçiren adam halen nasıl sinirli oluyor, o adamı anlamıyorum. Ölürken de şiddetle direnen öfke. Demek ki yaşına rağmen öleceğini halen düşünmüyor. Oysa o dönem bir aydınlanma dönemidir. Işığı görebilmesidir. Birlikte nasıl yaşanacağını, hiç gösterilmemiş ütopik hayalleri… Her yer yaşanacak bir yer olabilir mi? Savaşlar için ayrılan bütçeler bunun için yeterli olur mu? Öfkeler azalacağına gittikçe artıyor. Yıllar önce yaşanılanların öfkesi mi bu? Bunu öğrenmek çok kolay, kitaplar yani ama bu kitaplar bize kadar ulaşmıyor. Bugün yazılanlar yirmi yıl sonra ancak elimize ulaşabilecek gibi.

Tartışabilir, anlaşmazlıklar yaşanabilir. Önemli olan bunlarla baş edebilmendir. Hayvanlar konuşmaları anlamaz. Ses tınından titreşimlerden bir anlam çıkarırlar. Seni seviyorum, diye bağırdığında korkup kaçarlar. Öyle yüksek sesle bağırarak söylenen bir sevgi yok. Savaş kapıyı çalsa, birlik olur ve dost olur sanırım. Önemli olan savaştan önce olmasıydı. Ölüm kapıyı çalınca kapıyı açmasan da kurtuluşun yok; Azrail silahla açacaktır.

Bu gece bir öykü yazacaktım. Yine günlük oldu. Yağmur mu yağıyor? Evet, yağış başlamış. Ahmak ıslatan cinsinden, herkes yorganlarının altında; uyanıklar hariç. Yorgan yastık çarşaf ıslanacağına, çık dışarı sen ıslan. Martılar uyanık, ışıklara kanan kargalar uyanık. Sokaklarda yaşayan insanlar. Kediler, köpekler de uyanık olmalı. Yağmur yağarken sığınacak bir yeri olmayanlar.

“Çanak çömlek patladı, herkes evine. Evi olmayan sıçan deliğine.”  Bu şekilde söylerdik tekerlemeyi. Sıçanlarla birlikte oynardık sanırım. Hepimizin evi vardı. Sıçanların da ev bahçelerine açılan delikleri. Onları sokaklarda severdik, kendileri küçük olsa da evlerimiz onları içeri alamayacak kadar küçüktü eskiden. Mutfağı içinde tek odalı evler de vardı. Her çocuk için ayrı üç dört oda küçücük de olsa ayrıcalıktı. Üç oda bir salona dünyayı sığdırmak evden çalışmak. Gittikçe kafeslerde yaşamaya alışıyoruz; yumurtladığımız da bir gerçek. İnternet olduğu sürece.

Yazının dumanı üstünde tüterken paylaşayım.

 

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*