GÜNLÜKLER -52-

GÜNLÜKLER -52-

10 Ağustos 2018

Bugün herkes gibiydim. Kötü. Oturduğumuz çay bahçesindeki masalarda konuşmaların hepsi aynıydı ve telefonlar elden düşmüyordu. Son dakika haberleri izleniyor. 5 saat önce, bir saat önce, 19 dakika…

Eve geç geldim. Okumayacağım. Bunu herkese söylüyorum. Okumayacağım yazmayacağım. İlaç alıp uyuyacağım. Yemek yedim. Bu önemli çünkü koca gün boyu bir simitle duruyorum. Açlık hissetmiyorum. Aç değilim yine de yedim. Birkaç ay önce karşı dairemden sesleri gelen ailenin tartışmaları anımsadım. Konu para. Miktarını bile işittim. Öyle çok çıkıyordu ki sesleri. Sonra birkaç hafta içinde evi boşalttılar. Çok geçmeden de haciz için geldiler, onları bulamayan görevliler benim kapımı çaldı. Sonra… Onlar ne ilkti ne de son. Bundan sonrası için de her evde her gün olabilecek ve artık olağanlık kazanmış olacak bir durum, değil mi ki…  Faturayı hayatlarıyla  ödeyen de çocuklarımız oluyor. Şimdi gel de iki insanın huzurlu bir birlikteliğini düşün ve yaz. Bu coğrafyada bizim gibiler için görülmüş bir şey mi ki ben hayal edeyim? Sadece hayatta kalma mücadelesi iş, ev, sanırım en son çocuk geliyor. Çocuklar iş yerlerinde büyüyor. Bir kuaföre gitmiştim, oğlunu orada büyütmüş, şimdi dört yaşında. Acaba elma, portakal demeyi öğrenmeden önce röfle, fön, saç boyası demeyi mi öğrenmiştir? Öyledir mutlaka. Anne baba bunu ancak özel okula vermek istediklerinde öğrenecekler, çocuk psikologla konuşma yapacak, çocuğa elma gösterecekler, çocuk domates diyecek.

*

Yazılarımda uzun zamandır konumun dışına çıktım. Amacım yazmak için bildiklerimi toparlayarak kaleme almaktı. Ama bir anda yazının önüne geçti okumalar. Okuduklarımı yazmaya başladım. Bir türlü içinden de çıkamadım. Evin her tarafı… Neyse, biraz tatil iyi geldi de (Tatil dediğim  kent içindeydi)  amacımı anımsadım. Daha doğrusu anımsattılar. Bir arkadaş daha yazmak istediğini söylemiş, istiyormuş. Arzu teşekkürler. Ona atölyemizden söz edilmiş. Uzak olduğu için devam sorunu var. Uzaktan öğrenim neden olmasın ki? Yaşanan onca şeye rağmen, yaşıyorsak yazacağız demek ki, çünkü istediğimiz bu. Bunun ne demek olduğunu biliyorum, yıllarca bana uymayan işlerde çalıştım ve şimdi istediğim gibi yazma ve okuma üzerine çalışıyorum, severek yapıyorum. Öğrenmek hoşuma gidiyor, yorumlamak hoşuma gidiyor. Hiç de iyi gitmiyor durumlar ama…

Bunu da düşündüm; iyiye gitmeyen hayat koşullarının arasında okuma yazma nasıl olacak diye.  Geleceği görememek, güvensizlik, korku… Bütün yıkıcı duygular kuşatmış her yanımızı. Bir yandan dengemiz için yaptığımız okumalar(kişisel gelişim vs.), gittiğimiz kurslar(ruhsal), danıştığımız psikiyatristler, psikologlar, aldığımız ilaçlar… Kişisel gelişim, psikolojik kitaplar çok okunuyor olmalı. Yine de birey bir türlü çözüm üretememiş oluyor. Edebiyat yapmaya ise sıra gelmiyor. Ama yazmak için farklı yaklaşımlar da başlamış durumda, yazarak iyileşme öneriliyor. Yazarak hafifliyorsunuz, paylaştıkça azalırmış gibi. Evet iyileşiyorsunuz, ama bir süre sonra okumayla baş başa gitmediği sürece faydası olmayacağı görülecek.

Coğrafyamızda herkes yazsa, bu edebi tür ne olur diye düşününce bunun distopya olacağına karar verdim.

“Distopya, (anti-ütopya Yunanca dystopia) çoğunlukla ütopik bir toplum anlayışının anti-tezini tanımlamak için kullanılır. Distopik bir toplum otoriter – totaliter bir devlet modeli ya da benzer bir başka baskıcı sistem altında karakterize edilir.”

Ben yazdıklarımın distopya olarak değerlendirilmesini istemiyorum. Bunları yazmak değil hayalim. Hayalim, hayal etmek.

Sağlığını korumak için sürekli yardım almak (maddi, manevi) zorunda kalan bireyler edebiyat için zamanı nerede bulacak ki? Bir de evde yaşananlar düşünülürse…  Parçalanmış hayatlar, yabancılaşma deniyor. Kendine bile yabancılaşmış durumda bırakılmış insanlar. Çünkü sistem toplumu denetleyebilmek için bunu istiyor. Son okuduğum kitaplardan birinde, bu duruma ironiyle yaklaşıldığını fark ettim. Oh be, dedim. Bitti artık. O kaosun içine girmeyi değil, dönüp dolanı izlemeye başladım. Her şey benim için bulmaca oldu. Benden ne bekleniyor, ne isteniyor. Bu oyunu bozmak için hangi kararı almalıyım, nasıl davranmalıyım? Başkalarının ne yaptığı sorun değil, belki kararım birçokları için yanlış görülecek. Olsun. Ben oyunla değil, kararımla, kendi tercihimle sonuçlarına katlanmak istiyorum. Evet yazmak bana iyi geldi. Bir tür basamak gibi kişisel gelişim kitapları, doktorlar, kurslar (ruhsal denge için olanlar)… Şimdi o basamakları geçtim, edebiyata başladım. Benim yazdıklarımı da geçenler vardır mutlaka, daha iyi anlatan yazılara ulaşma olanağına sahipler. Belki yabancı dillerden de okuyanlar vardır. Keşke yabancı dil bilseydim. Bilseydim eğer, şimdi Batı’daki gelişmeleri, yenilikleri yirmi yıl geriden takip etmiyor olacaktım.  Metamodernizme takıldım kaç aydır. Yirmi yıl sonra çevrileceği düşünülürse,  2007’den hesaplasam 2027’de çevrilmiş olur. Metamodernizmi yaşayabilmek için postmodernizmi yaşamak gerekirmiş. Postmodernizmle dalga geçebilirsem, neden ben diğer aşamaya geçemeyim? Bütün halkın aynı anda yaşamasını beklemek gerekmiyor. Okuma yazma oranı düşükse, yazmak okumak oranı düşükse ve yıllarca uğraşlara emeklere rağmen bu oran değişmemişse… Neyi bekleyeceğim, ömür bitiyor. Parçalanmayı ve yabancılaşmayı kabullenmiyorum. Yaşatılan dayatılan gerçekleri kabul etmiyorum. Onların inandıkları gerçekleri reddediyorum. Kabul etmesem de yaşıyorum içinde ama olsun. Bir Yuka Hikâyesi için şöyle yazmıştım bir paylaşımda, oradan alıyorum:

‘Sanatın iyileştirici gücü var. Kelimeler büyülü, önemli olan sözdizimimiz. Yıllarca yazıp düş kurmak, imkansızı gerçek kılıyor. Kendi penceresinden gördüklerini sözcüklerle görünür yapıyor. Başkalarına da umut olması dileğiyle. Aşkla, sevgiyle…Her birey değerlidir, onun hayata tutunması, yaşaması da bir başkası için UMUT tur…

Bunu yazarken bir arkadaşımın anlattıklarını da yazmak istiyorum. Anlatan ben ama ben değilim. Ben olsam ne fark eder ama değilim. Bu kitapta da vardı ve onunla özdeşleşmiştim. Hastanede yoğun bakım servisinde yatıyor. Bir ara bir şey geliyor gözlerinin önüne. Bir polis anlatıcı. Arkadaşı ölmek istemiş, silahı dayamış ve tetiğe basmış. Ölmemiş. Yaşamak istemiyormuş, hiçbir şey istemiyormuş. Sonra bir şey yapmaya başlamış, o bitince ne yapacağım  ki demiş, sonra başka bir şey… Bir şey bitiyor sonra da başka bir şey yapmak istiyormuş. Yaşamayı artık seviyormuş. Bunu uydurdu mu yoksa gerçek mi bilmiyorum ama bana ışık oldu bu kısa hikâye.

*

Viktor Emil Frankl’in kitabını defalarca okudum, olumsuz yıkıcı düşüncelerimde onu düşündüm, verdiği yaşam mücadelesini düşündüm ve ancak yeni yeni onu anlıyorum. Anlamışım ve ben de hayatıma katmışım. Okumak böyle bir şey. Yaşaması bana UMUT olmuş.

Yıllardır Kafka’yı okudum, defalarca okudum. Ben böcek oldum sandım. Oysa etrafımı bok götürüyormuş.

Yıllardır okudum Satranç’ı. Hiç sevmiyorum satranç oynamayı, biliyorum ama bunalıyorum oynamaktan. Bu oyunu bozup masadan kalkınca, oh be, dedim. Yıllarca oynamışım gerçek hayatta.

Aşk Romanları Okuyan İhtiyar’ı okuyunca, oh be, dedim ihtiyarladım. Şimdi okuma zamanı. Okumak istiyorum. İnsanlar bir araya gelemiyor olsa da, dedim, iki kişi bir araya gelebilir, oh be.

Sait Faik her zaman Hıışt, dedi satırlarından. Oh be! Yazmasa olmazdı, yazmasam çıldıracaktım, dedi, kalemi aldı, ucunu açtı ve kaleminin ucunu öptü. Aradığı ada bu kadar küçüktü. Oh be!

Oh be, dedim. Bir sayfam var ve yazıyorum deliler gibi. Ne şanslıyım dedim.

Teşekkürler.

Bitti.

 

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*