GÜNLÜKLER – 14 Ocak 2021
Geçmişe dair ne varsa çıkardım. Fotoğraflar, gazete kupürleri, dergiler, günlüklerim… Çalışma odamın ortasına koydum bulduğum ne varsa. Kediyi odadan çıkardım.
“Sen bu oyunda yoktun, gitmelisin,” dedim. O da “miv mav mev” diyerek salona gitti. Ağzının suyu akıyordu. Mama vereceğimi mi sanıyor?
*
İlk fotoğrafta, büyük anneannem yufka pişiriyor. Ben de varım karede.
Büyük anneannem torunlarını başına toplar, bahçedeki ocakta, saçta yufka pişirirdi. Ocağın alevleri saçın kenarından çıkar, yufkayı yutacak gibi olur ama büyük anneannem onu maşayla hemen kapardı. Pişen yufkanın üzerine tereyağı sürer bize verirdi.
“Hadi gidin tavuklara yem ver,” dedi büyük anneannem.
“Dersim var,” dedim.
“Ama burada oyalanmayı biliyon,” dedi yanından aldığı çırpıyı ocağa atacağına bana attı. “Git hadi,” dedi.
“Zil çalıyor. Seni duymuyorum. Ne diyorsun?” Elimle karnımı ovuşturuyorum.
“Al. Al da ye bakalım. Belki tavuklara bakarsın. Zilli.”
Koca dürüm yapılmış tereyağlı yufkayı ısıra ısıra oradan ayrıldım.
Tavuklar gayet mutlu dolaşıyor, yeri eşeliyordu. Dağa doğru ilerleyenler, tavuklardan çok horozlardı. Bugün günlerden Çarşamba. Şimdi burada değil dağda derste olmalıydım. Kadir tabletimi aldı, bir daha da vermedi. Babama dedim.
“Yenisini alırız.”
“Ne zaman?”
“Bir ara işte.”
“Ders yılı arası mı? Yok yok sene sonu, okullar bitince…”
“Ağlama,” dedi babam. Ağlamayacağım da ne yapacağım? Kendime ağlama bile diyemezken nasıl ağlamayı kesebilirdim.
Günlerden Çarşamba, aylardan kasım, yıllardan 2020.
Öğleyin çocuklar dağdan döndüler. Yemek arasıydı. Herkes evine gitti. Ben onları imrenerek izledim, iç çektim.
“Ne oldu? Neden yoktun tepede?”
“Tabletim yok. Sizde tablet de var, internet de var.”
“Bir şey kaçırmadın. Biz de topu topu iki saat bağlanmışızdır. Hadi yemekten sonra bizimle gel, sana tabletimi veririm,” dedi Yılmaz.
“Ne yapıyorsun orda?” diye bağırdı babam evin önünden.
“Geliyorum.”
“Ne yapıyorsun diye soruyorum?”
“Tavuk yemliyorum.”
Öğle yemeğinden sonra hepimiz dağ yolunu tuttuk. Dağa çıkarken eşeği yanımıza alırdık, Narin birinci internet sınıfına kaydolmuştu. Küçük olduğu için hiçbir şey yapamıyordu. Yürüyemiyor, susmuyor (yapamıyorum diye her şeye ağlıyordu), doymuyor… O eşeğe biniyor ben de eşeğin yularını tutuyordum.
“Geldim işte. Tableti verecek misin?” diye sordum Yılmaz’a.
“Al,” dedi Yılmaz.
Almam mı hiç. Aldım.
“Bugün odun toplamalıyım. Harçlığımı çıkarmalıyım. Eşek de varken. Büyük anneannen de odun istedi,” dedi Yılmaz.
“Kırılmamış odun olursa odunları benim başımda kırarlar.”
Doğru dağa çıkarken hep birlikte güle oynaya çıkıyoruz ama köye gelince kızlarla erkekler yan yana olunca kıyamet kopuyor. Yılmaz’ı yanımda etrafımda her gördüklerinde odunlar benim başımda kırılıyor. Bunu Yılmaz’a söyledim.
“Ooo hanımefendinin hayal gücü çok zenginmiş. Demek seni dövüyorlar,” dedi. Kıkırdadı. “Beni de prens olarak görsen ya. Tabii bu arada sen de prenses olursun,” dedi sırıttı.
“Kurbağa seni.” Başımdaki tülbendi düzelttim. Birden sıcak basmıştı.
*
İkinci fotoğraf;
Gazeteciler geldi. Ben muhtarın yanında duruyorum.
Bir yanıt bırakın