GÜNLÜKLER – 20 Aralık 2020
Yazmak hatırlamaktır. Şu aralar yazmıyor okumuyorum. Kırk beş gün oldu, kayıplardayım. Kırk beş gün öncesini hatırlayıp yazmak bile içimden gelmiyor. Hatırlamanın tadı yok bu aralar. Düşüncenin işe karışmadığı zamanlar bunlar.
Son günlerde yazmaya ve okumaya başlamam gerektiğini düşünüyorum. Ama olmuyor. Sürekli yarın yaparım diyorum. O yarınlar bir türlü gelmedi. Okunacak kitaplar haftalar öncesinden hazırlandı ve başucumda duruyor. Aralarına çocuk kitapları da girdi. Yeni bir projenin peşindeyim. Yazmak için okumam gerekiyor. Nedenini bilmiyorum ama öyle. Belki düşünce için ısınma hareketleri oluyordur.
Kırk beş gün içerisinde tembel düşüncelerle uğraştım. Düşüncenin de tembeli var mı? Var. Düşüneyim mi düşünmeyeyim mi diye düşünüyor bir yandan. Tembellik hakkına sığınmaya çalışıyor. Çok sonra ağrılar ona hasta olduğu sinyalini veriyor. Düşünce çok mutlu. Bahane hazır; hastayım. Zihnin susması çok güzelmiş. İnsan dinleniyor.
Bugün sabah ve akşamüzeri yoğun bir sis vardı. Sislerin arasında kalan bir ev. Kimse yok etrafında. Ağaçlar var bitkiler var. Vay be ne masal olur bundan. Psikolojik bir masal yazılabilir.
Televizyonda izlediğim filmler vardı. İkisi de aynı yazarın eserindendi. Bir eseri daha varmış dizi olan. Yazarın konuşmalarını izledim youtubedan. Sonunda anımsadım birçok şeyi ve dizileri de düşüncesini de rafa kaldırdım. Şanslıymışım okumak için zaman bulduğumdan. Bunun için erken emekli oldum. Aslında başka nedenim de vardı. Öleceğimi düşünüyordum çünkü gerçekten iyi değildim. İstanbul’dan ayrılırken evi toparladım ölecekmişim gibi. İşte sonunda ölecekken, sen kalk hastaneye git ve ameliyat ol, iyileş. Şimdi de kaldığım yerden devam etmeye çalışıyorum. Dizilerden kendi adıma ne çıkarabilirim diye düşünüyordum. Yazarın konuşmalarını da dinledikten sonra tamam dedim. On beş yıl psikoterapi gören biri olarak başka düşüncelere, bir sonraki adımları atmış olmam gerekiyor. Rafa kaldırma gücüm buradan geliyor. Gençliğimizde yabancı filmlerde izlerdik -sinemalarda- , babasının yaşadıklarını yaşattıklarını ileriki yaşlarda kendi yaşıyordu yaşatıyordu. Yaşananlara çocukluk travması, gençlik travması, aile kuşağında yaşanan travmalar zorlanmalar karşılaşılan zorbalıklar deniyor… Bu da yeni yeni gündemde olmaya başladı. Kuşakların karşılaştıkları zorbalıklar, hayattaki yönelimlere sebep olabiliyormuş. Dört kuşak öncesinde, saraya kabul edildiği haberi gelen yazar dedem, ne yazık ki kalp krizinden ölmüş. Ben de onun gibi kendimi yazmaya vermişim. Laleler, papatyalar, kelebekler, aşklar…
On beş yıllık psikoterapi süresince ne öğrendiğimi yazmayı hiç denemedim. Çünkü konuşmaların odanın dışına çıkmayacağını biliyordum. Yazmak için doktorumdan izin almam gerekirdi. Emin olduğum bir şey var ki o da… Yaşadıklarımı olayları anlatıyorum ama olayın içinden çıkışı, yorumu da kendim yapıyordum. Verdiğim her tepkinin altında yatan bir şey olurdu. Sinirlendim mi? İtiraz mı ettim? Çok mu sevindim? Ağlıyor muyum? Masadaki kutunun içinden kağıt mendil almak her hastanın yaptığı bir şey. Alabilir miyim? Dedim ya iki gündür hatırlamanın tadı yok. Ağlayamıyorum bile. Ne çok ağlardım ama. İş hayatını tamamladıktan sonra her şey yoluna girdi. Günümüzde çalışanlar ağlamaya devam ediyorlar. Çalışma hayatımızı nasıl olur da olumsuz olaylarla doldururuz. İş ve ev hayatı arasında bölünmüşlük… Benim sorunum bipolar olmaktı. Teşhis buydu. Her seans yaptıklarını anlatırsın ki normal olduğun, ilaçların işe yaradığı bilinsin istersin. Zorlandıklarını anlatırsın. Duygu düşünce davranış. Doktoruma son gidişimde manikdepresif olamayacağımı çünkü mani yaşamadığımı söyledim yine. O da bana çalışırken merdivenlerden koşarak inişimin gözlerinin önünden gitmediğini söyledi. Oysa onu ben anlatmıştım. Başka da bir şey yok yani. Sadece karanlık sadece boşluk ve sadece göz yaşı. Depresyon. Neyse ki ağırlığını unuttum. Sanki on beş yıldır bunları yaşamıyorum. Ne yanıltıcı bir zihin bu. On beş yıl önce teşhis etmişlerdi. Ne günler yaşadık birlikte daha doğrusu ben yaşadım, o da benden dinledi. Ona sorduğum sorulara yanıt vermedi. Bir sonraki randevuda yanıtı veren ben oldum, ben böyle yaptım, diye anlattım. Benim terapim geçmişle değil şimdiyle ilgiliydi. Okuduklarım sayesinde birçok şeyi hayata geçirebiliyordum. Yaratıcılık üzerinde duruyordum. Sanatçı olmak değildi amacım. On beş yıl önce doktorum hastalığımın sanatçı hastalığı olduğunu söylediğinde düşünüyordum. “Ben sanatçı değilim ki.” Gülümsüyordu. Sanatçı olup olmadığımı öğrenmek için okumaya ve yazmaya başladım. Fena değildi. Okumayı seviyorum. Yazmayı seviyorum. Yaratıcı olmaya çalışıyorum. Kurguluyorum. Hayal kuruyorum. Bir hayat ancak böyle özetlenebilir.
Korona yüzünden evin penceresinden bakar oldum, hava durumunu öğrenmek için. Başka işim yok dışarıyla.
Tek işim yazmak ve okumak. Aşkım Alberto Manguel, Kütüphanemi Toplarken kitabıyla, sehpanın üstünde kurduğu kütüphanesinde elinde kitap koltuğuna oturmuş bana bakıyor. İlk sayfasını açıyorum.
Bugün güzel şeyler yaptım. İstanbul üzerine kitapları inceledim internet kitapçılarından. Nadirkitap da bunların arasında; satışı ve baskısı olmayan kitapların adresi nadirkitap. Birkaç gün sonra İstanbul’u ayağıma getirecek kargolar. Kitap incelemek ne güzel.
Günün sonunda en uzun gece başlar. Gündüz ile gece arasındaki savaşı kazananın kim olduğunu sabah göreceğiz. Gece olmasaydı gündüz bu kadar değerli olmazdı.
Burada yazmak için gerekli olan ama olmayan çok şey var. Martılar, Emo ve yuka. Martıların olduğu yerde deniz vardır; Kadıköy. Geveze Mavi Kanatlı Topal Martı da yok.
Burada yazmak için bol zaman var.
Bir yanıt bırakın