GÜNLÜKLER – 4 Kasım 2019
Bugün TÜYAP Kitap Fuarındaydım. Güzel miydi? Kime göre bunun yanıtını vereceğimi bilmiyorum. Karamsar olmamaya karar vermişken… Olumsuz bir şey yazmamayı düşünürken… Bir üşüşüverdi düşünceler. Kovdum yazının dışına. Elimde kalsın istedim iyi olan her ne varsa. Olmadı. Olmuyor.
Yayınevleri açısından iyi değil. Kitap satışları yeterli değil. Okur sayısı oldukça az. Ziyaretçiler genellikle gençlerdi. Ortaokul öğrencileri de vardı. Ne alacakları konusunda hiç fikir sahibi değillerdi. Kitaplarla araları yok diyebilir miyim? Okullara okunması önerilen 100 Temel Eser’den kaç kitap okudular bilmem.
Herkesin yazmasından yanayım. Fakat aynı zamanda iyi bir okur olmaları gönlümden geçen. Unutulmayan eserler zamanla artacaktır. Unutulanlar da yeniden okunacaktır. Başucu kitaplar olmazsa olmaz. Yaş ilerledikçe bu kitaplar da sayı olarak artıyor. Esinlenme ya da etkilenme her şekilde olacaktır. Zamanla kendi sesini işitmeye başlıyor, yazılara yansıtıyoruz. İşte o zaman benim de sesim var, diyor insan.
Tanıtımları yapılan eserler ilk başta okuru yönlendiriyor. Zamanla kendi seçimlerimizi yapıyoruz. İç seslerimiz başka seslere karışması gerekiyor. Ortak yaşam alanlarımız. Bir başka ülkede de olsa yakınlık kuruyoruz. Bu yakınlık duygusu bireyin yaşamındaki baskıları aşmasıyla, birey oluşuyla artıyor. İşte böyle bir duruma geldiğimizde her nerede olursak olalım, her ne yaşatılıyorsa yaşatılsın gittiğimiz yere kendimizi götürebiliriz. Yer ve zaman önemini yitiriyor. Dünya vatandaşı olmak bu olsa gerek. Bir başka yere gitmeye gerek kalmıyor. Olduğumuz yer yaşanılacak bir yer haline geliyor. Bireyin yaşadığı yeri değiştirmesi bu olsa gerek. Bu değişim kuşaklara bırakılıyor ama aslında değişmesi gereken biziz. Bunu yapabiliriz. Kendi sesimizi işittiğimizde biricikliğimiz, başkasından farklılığımız ortaya çıkıyor. İşte bu farklılıklarla yaşamak güzel.
Kesimlikle benim düşüncem olmadığından eminim. Bir yerlerde okumuş ve içselleştirmiş, benim düşüncem diye algılamış olabilirim. Ying Yang üzerinde düşündüm ve sonunda deneyimledim.
İyilik. Kötülük. İyiliğin içindeki kötülük. Kötülüğün içindeki iyilik. Sonunda Gerçek Dünya. İyi olmak olanaksız. Böyle bir dünya düşlemek de olanaksız. Ütopya bile olamaz. Birey kendi dünyasını dengelemekle sorumlu. Kötü olmak olanaksız. Kötü olan birey -gerçi birey olamamıştır yani birey dememek gerek- sorumluluğu çevresinde bulamaz, bulmamalı, o kendinden sorumludur. İç sesini işiten, kendini tanıyan birey, değişimi kucaklayandır, kendinden sorumludur. Bir başka dünya adına bunu yapması gerekir.
Dengeli bir yaşam mümkün.
Gerçekten mümkün mü?
Toplum, çevre, aile… İçine doğduğumuz ev, kendimizi içinde bulduğumuz iş, seçimlerimiz ve bizim seçemediklerimiz. Kaybedecek çok şeyimiz var. Ruhsal sağlığımız.
Bugün dedim ki kendi kendime her şeyi unut ve yeni bir sayfa aç. Açtım birkaç saatlik. Bildiğim her şeyi unuttum. Şaşırmadım gün boyu. Yanlış düşüncelere kafa yormadım. Değiştirmek için düşünceleri konuşmadım. Yakınmadım. Durdum, dinledim. Hayır demeyi de başardım bugün.
Eve geldim. Stres topum ben içeri girer girmez, salondan çıktı geldi gözlerini kırpıştıra. Miyavladı. Gerçekleri değiştirmem olanaksız. Ben ancak kendi gerçeklik algımı değiştirebilirim.
Kadın yazarların romanlarını okuyorum bir süredir. Yerli ve yabancı. Bu romanlardaki gerçeklik algısını ve dile getiriliş biçimini gözlemledim. Çok etkilendim ve şaşırdım birkaç cümle kurabildim. Bunu yazmayacağım çünkü bu konuda eserler veren yazarlarımız, eleştirmenlerimiz var. Ben ne diyebilirim ki? Ancak bir roman yazabilir, kendi iç seslerimden bir kurgu yapabilirim. Bir başka dünya! Hakikat! Olaylar aynı olabilir ama hakikatle olan bağı önemli. Sosyo ekonomik kültürel yapının hakikatleri. İşte yabancı kadın yazarlarla bizi ortak kılan bu hakikatler. Her nerede olursan ol, olaylar farklı da olsa aynı hakikatler üzerine kurulmuş hayatlarımız. Herkesin yazması sanırım bunun için gerekli. Bu hakikatlerin değişmediğini görmek. Değişim kentin üzerinde bir hayalet gibi geziyor. Bu cümle bana ait ama ne yazık ki düşünce temelde bana ait değil. Sadece hakikatlerin hayalet gibi kentin üzerine çöktüğünü ve her an temelden sarsabileceğini… Bu da benim düşüncem değil. Bu hayaletin kadınlar olduğunu söyleyebilirim. Kadınlar, gençler, yeni kuşak nesil… Ezilenler. Yazarak güçleniyor insan. Okuyarak besleniyor. Söylenecek söz kalmadı, gün ışında her şey deniyor. Buna inanmıyorum artık. Değişen kent, değişen düzen, yeni baskılara neden oluyorsa… Demek ki söyleyecek çok söz var.
Karl Mark ve Friedrich Engels’in birlikte kaleme aldıkları 1848 tarihli ‘Komünist Manifesto’nun ilk cümlesi şöyle başlar; Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor – Komünizm hayaleti.
Şuna inanıyorum ki, ortak imgeler kullanıldığı zaman başarılı olabilir, bir başka dünya kurmaya. Dünyanın üzerindeki gerçek hayalet kim? Dünya kime ait?
Yıllarca hayalet gibi gezen ben, keşke gerçeklere karşı hayalet olduğumu ilk başta bilseydim. Bugün birçok şey için geç kalmış sayılmazdım. Kendi romanımı yazmış, bitirmiş olurdum. Üç roman dedim her zaman. Biri çıktı. Bakalım diğer ikisini tamamlayabilecek miyim?
Herkes aynı yoldan mı geçer? Kim bilir. Bunu öğrenmek için iyi okur ve yazar olmak gerek sanırım. Başka yollar olsa da bütün yollar aynı yere çıkar. Gitmek gerek bazen. Olduğun yerden ayrılmadan gezip görmek. Kitaplarla. Benim işim hakikatlerle, gerçekleri kurgulamak kolay hakikatleri gördükten sonra. Acaba?
Zaman.
İnsan hep kendini yazmaz. Bir süre sonra tüketirsin sonra da heybenden beslenirsin. Kurgularından, yaratıcılığında. Bundan da emin değilim. Çünkü okurlar artık kurgu değil, gerçek olayları okumak istiyor. Belki de bu nedenle otobiyografi ve biyografi kitaplarını tercih ediliyor. Tüketmek için kendi hayatlarımızı. Yazmak gerek. Tüketildiğimizi fark edebilmek için. Yeniden kurmak için hayatlarımızı. Yazacak çok şey var. Okuyacak okur var mı?
Bir yanıt bırakın