MAVİ KAPI -4-

MAVİ KAPI -4-

 

Bugün bile o kapıdan içeri girdikten sonra ne yapacağımın şaşkınlığı ve heyecanı var. Sınıf küçücük. İki sıra yan yana geliyor ve ikisinin arasında zorlukla yürüyorsun. Masa tahtanın önünde. Tahtanın bittiği yerde kapı başlıyor. İçerideyiz. Çocuklara bakıyorum.

“Sınıf hazır öğretmenim” diyor müdür yardımcısı. Ona bakıyorum. Kapıdan çıkıyor. Bütün gözler benim üzerimde. Şaşkınlık ve başka bir şey.

Adımı söylüyorum. Tahtaya yazıyorum. Sonra kendilerini tanıtmalarını istiyorum. “Birbirimizi tanıyalım.”

“Biz birbirimizi tanıyoruz” diyor bir erkek öğrenci.

“Siz beni tanıdınız ama ben sizi tanımıyorum” diyorum.

Herkes ayağa kalkıp kendisini tanıtıyor. En arka sırada, yani soldan beşinci sırada oturan erkek öğrenci kendini tanıtmıyor. Susuyor. Diğer çocuklar adını söylüyor. “Ahmet. Onun adı Ahmet.”

Zil çalıyor. Çocuklar sınıftan çıkıyor.

Ders zili çalınca sınıfa giriyorum. Ahmet sınıfta yok.

“Ahmet yok” diyorlar.

“Nerede?” diye soruyorum.

“Bu sınıfa gelmek istemiyormuş. Sınıfına gitti.”

Kendi aralarında konuşmaya başlıyorlar.

“Ben de kendi sınıfıma gitmek istiyorum” diyor biri. Derken diğerleri de bunu söylüyor.

Yadigar başını eğmiş ağlıyor.

“Öğretmenim Yadigar ağlıyor” diyor yanında oturan kız öğrenci. Kız öğrencinin kolu arkadaşının omzunda. Arkadaşının kulağına eğiliyor, fısıldıyor. Üzülme, diyor. Ağlama.

“Yadigar neden ağlıyorsun?” diye soruyorum.

Yanındaki arkadaşı “Sınıfına gitmek istiyormuş” diyor.

Yadigar’ın yanına gidiyorum. Başını okşuyorum.

“Belki burayı daha çok seversin” diyorum.

“Sevmem. Bütün arkadaşlarım diğer sınıfta.”

Bu arada bir erkek öğrenci soruyor.

“Öğretmenim,  neden biz seçildik? Yaramaz olduğumuzdan mı? Bizi istemiyorlar mı?”

Şaşırıp kalıyorum. Bu sırada kapı çalıyor. Müdür yardımcısı Ahmet’i omzundan tutmuş. Eliyle içeri itiyor. Ahmet isteksiz, ama söz dinliyor, ağır ağır yerine gidiyor, çantasını sıraya bırakıyor, yerine oturuyor.

“Öğretmenim bir daha sınıftan kaçarsa bana söyleyin. Senin sınıfın burası Ahmet. Anlaşıldı mı?” diyor müdür yardımcısı ve gidiyor.

“Ahmet, neden gittin?”

“Arkadaşlarım orada. Burada olmak istemiyorum” diyor Ahmet.

Yadigar ağlamaya devam ediyor. Çocuklar burada  mutlu olmadıklarını gösteriyorlar. Söylüyorlar da.

“Birkaç gün birlikte olmayı deneyelim. Mutlu olmazsanız sınıfı bırakırım” diyorum.

“Sahi bunu yapar mısınız?” diyor Cemal.

“Evet yaparım. Şimdi ders kitaplarınızı çıkarın. Biraz da ders yapalım. Türkçe kitaplarınızı ve defterlerinizi çıkarın.”

Herkes çantasını açıyor. Kitaplar ve defterler masaya bırakılıyor. Ortada yürüyorum, kitaplara ve defterlere bakıyorum. Son sıradan başlıyorum defter incelemesine. Ahmet…

En ön sıraya da bakıyorum. Bu süre içinde neler yapabileceğimi düşünmeye çalışıyorum. Ama düşünemiyorum. Karmacık kurgacık yazılar. Boş defterler…

“Siz yazı yazmayı bilmiyor musunuz?” diye soruyorum. Ses çıkmıyor.

“Şimdi size söylediklerimi yazın. Alın kalemleri elinize.”

Hazırlanmalarını bekliyorum.

“Bugün hava çok soğuk. Aylardan aralık.”

Bir süre sonra Cemal soruyor “Ne yazacaktık?”

“Bugün hava çok soğuk. Aylardan aralık.”

Defterlerine yumulmuşlar. Yanlarına gidince kollarıyla yazılarını kapatıyorlar. Kollarını kaldırıp bakıyorum. Otuz kişilik dördüncü sınıf öğrencilerinden sadece iki kişi yazabilmiş. O da kargacık kurgacık. Büyük harf yok, nokta yok…

Defterlerini kapatmalarını söylüyorum. Şimdi kitaplarını açacaklar. Öğrencilerden birinin kitabını alıyorum. Bir metin seçiyorum.

“Sayfa yirmi üçü açın” diyorum.

Birkaç kişi açıyor. Diğerleri de arkadaşlarının açtığı sayfaya bakarak açabiliyor. Okumalarını istiyorum.

Beş dakika sürmüyor. Sandalyeme çöküyorum. Derin nefes alıyorum. Bütün gözler bende. “Tamam” diyorum. Kalkıyorum. “Haydi okuldan çıktıktan sonra ne yaptığınızı anlatın. Kim başlayacak?”

Herkes birbirine bakıyor. Kimse ilk konuşan olmak istemiyor. Sonunda kimin başlayacağını ben belirliyorum.

Ertan okul çıkışında eve gidiyormuş. Akşam ders yapıyormuş. Doğrudur, çünkü yazan ve okuyan öğrencilerden biri.

Yadigar artık ağlamıyor. Okuldan çıktıktan sonra, eve gidiyor,  annesine  yardım ediyormuş. Kardeşine de o bakıyormuş. Örgü de örüyormuş. En son olarak ders çalışıyorum, diyor.

Ahmet’e soruyorum ama konuşmuyor. Ben de sandalyeye oturuyorum ve bekliyorum. Onun yerine arkadaşları söylüyor ne yaptığını. “Çobanlık yapıyor.”

“Ahmet çobanlık  mı yapıyorsun?” diye soruyorum.

Ahmet başını sallıyor.

“Koyun mu inek mi bakıyorsunuz?”

“Koyun.”

“Kaç koyunun var?”

“Çok.”

“Çok da kaç tane?”

“Bilmiyorum.”

“Yüz koyun var mı?”

“Vardır.”

“Matematik yapalım mı?”

Ses çıkmıyor. “Matematik defterlerinizi çıkarın” diyorum.

Okuldan çıktıktan sonra restorana gidiyorum. Gelen arkadaşlarım yani müşteriler bana neyin var diye soruyor. Ben de onlara anlatıyorum. Öyle kısa anlatmalıyım ki kimseyi rahatsız etmemiş olayım.

Bugün okula gittim. Okulun bahçesi bile yok, bahçe kapısı bahçe duvarları… Yani zil çalınca çocuklar sokaklara çıkıyor, mahalleye dağılıyor. Sınıflar çok küçük, öğrenci sayısı çok. Köy gibi bir yer ama köy değil. İstanbul’da böyle bir yerin olduğunu söyleseler inanmazdım. Çocuklar dördüncü sınıf ama okuma yazma bilmiyorlar. Bütün sınıflar aynıymış. Nasıl ders yaptıklarını anlamadım.

Gerçekten böyle mi söyledim?

“Çok açım. Ne önerirsin?”

“Zeytinyağlılarım var. Köfte, tavuk isterseniz…”

Hemen servis açıyorum. Yemek geliyor. “Biraz otur dinlen.” “Olur.” “Bugün evde çok sıkıldım. Ne yaptım tahmin et…”

 

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*