AŞK ROMANLARI OKUYAN KADIN/Nisan2021

AŞK ROMANLARI OKUYAN KADIN

 

Nermin Şenol

Can dostum,

Editörüm, okurum

Gülizar ARLI’ya

 

 

 

I.BÖLÜM

 

Akşam, evliliğimizin kırkıncı yılını evde kutlayacağız. Önceki yıllarda olduğu gibi mükemmel olmaya çalışmayacağım. Yemekler mükemmel olabilir. Pasta mükemmel olabilir. Ben ve o…  İkimiz de mükemmel olmadığımızı biliyoruz. Yani sanırım o bunu biliyor.

Sabah evden çıkarken “Nereye gidiyorsun?” diye sordu. Her zaman sorduğu soru… Nereye gidiyorum?  Aynı yanıtı alacağını bilse de soruyor. ‘Markete’ demedim.

Arkadaşlarımla buluşmayacağım. Atölyeye gitmeyeceğim. Sadece akşam yemeği için evde hazırlık yapacağım.

“Bu akşam, hep birlikte evliliğimizin kırkıncı yılını kutlayacağız ya. Akşam için hazırlık yapmam gerekiyor.”

“Yani markete gidiyorsun. Öyle desene.”

“Pastaneye de gideceğim.”

“Hep birlikte mi dedin sen?”

“Evet.”

“Hep birlikte derken, kimler geliyor? Benim bildiğim evlilik yıldönümleri evli çiftler arasında kutlanır.”

“Oğlumuz, kızımız, annen ve kız kardeşin. Elbette sen ve ben…”

“Anlamadım ama… Biz hep baş başa kutlamaz mıydık?”

Durdu, anımsayacakmış gibi baktı yüzüme.

“Doğru hatırladığından emin misin?” diye sordum.

Hani anımsasa konuşacaktı ama anımsayacak bir şey yok ki. Telefonuna mesaj geldi, işte yine kurtuldu. Mesajı okuduktan sonra bana dönerek “Ben de dışarı çıkacağım. Eve saat kaçta geleyim?” diye sordu.

“Yedi dedim herkese.”

“Tamam. Yediden önce evde olurum.”

İstediği bir şey var mı, diye sormadan evden çıktım.

*

Hava çok güzel. Mavi bir gök, bulutlar ve güneş. Bir yerlerden kuş sesleri geliyor. Ağaçları gördüm kaldırımlarda. Bir kedi önüme çıktı. Bu Sarman’dı. Yanıma geldi, bacaklarıma sürtünmeye başladı. Eğildim, başını okşadım.

Gideceğim pastane, küçük kafeler arasında kalan çevresindeki iş yerleri kadar küçük bir yer. Küçük görünür ama içeri girince arka tarafta gizli kalmış büyük bir bahçesi vardır. Bahçesi, yeşil yapraklı yapma çiçeklerle süslüdür. Yapma çiçekler, insanda bir an gerçekmiş duygusu uyandırıyor.

Pastaneleri hiç sevmiyorum. Uzun yıllar başımı çevirip vitrinlerine bakmak bile istemedim. Bu kente geldiğimde pastane köşelerinde zamanın geçmesini beklerdik. O ve ben… Beklediğimiz kişi gelir, bizi alır, eve giderdik. Kapıyı hep önümüzden giren ev sahibi açardı. Anahtarı hiç elimize vermedi. Eve, ev sahibi olmadan hiç girmedik. Bazen işyerinde işi uzardı, pastane de kapatmak zorunda kalırdı, biz kaldırımda beklerdik. Ev sahibimiz karanlığın içinden yorgun argın çıkardı. Sessizce eve giderdik. Evde pek yemezdik, pastanede bir şeyler atıştırmış olurduk. Neyse ki her zaman gittiğimiz pastaneden çok uzak bir semtte ev tuttuk. Uzun yıllar bir daha ayağımızı ne pastaneye attık ne de pastane ürünleri yedik. Pastaneye ilk gidişimizde kızımız bir yaşına girecekti. İlk çocuğumuzun ilk doğum günü çok önemliydi.  Doğum gününe davet ettiğimiz arkadaşlarımız ve akrabalardı. Akrabalar… Yani onun annesi, babası ve kız kardeşi. Onlarla aynı kentte yaşıyorduk. Evlenir evlenmez, benim ailem oluvermişlerdi. Benim ailem uzakta yaşıyordu. Gelmeleri olanaksızdı ama onun ailesi sık sık gelirdi: Annesi, babası ve ondan on yaş küçük olan kız kardeşi. Kız kardeşi liseye başlayacaktı. Bizim evlilik telaşımız arasında, gideceği okula ailecek karar vermeleri gerekiyordu. Karar vermeleri diyorum, çünkü eşimin de söz alma hakkı vardı. Kız kardeşinin özel okula devam etmesini istiyorlardı. Okul masraflarına o yani biz destek verecektik. Ne kadar para ayırabiliriz?

Telefonum çalıyor.

“Merhaba. Nasılsın canım?”

“İyiyim ya sen?”

“Evet, evet ben de iyi sayılırım. Uygun musun? Bugün seninle buluşalım mı?”

“Bugün olmaz.”

“Neden?”

“Akşam evlilik yıldönümümüzü kutlayacağız. Hazırlık yapmam gerekiyor.”

“Oooo enişteyle baş başa güzel bir akşam olacak desene!”

“Misafirlerim var.”

“Arkadaşlarınızla mı?”

“Hayır, ailemle. Çocuklar ve onun ailesi…”

“Güzel bir akşam olsun canım. Nice evlilik yıldönümlerine…”

“Teşekkür ederim. Artık evlilik neyse işte… O, bugün de eve misafir gibi gelecek. Saat yediden önce gelirmiş.”

“Lütfen canım. Eniştem için böyle düşünme. O iyi bir insan.”

“Evet öyle. Herkes böyle söylüyor.”

“Abartıyorsun gibi.”

“Bilmiyorum, artık bilmiyorum.”

“Yarın arayacağım. Güzel günü senden dinlemek isterim. Mükemmel bir yemek olacak.”

“Evet.”

Meral hep pozitif düşünür. Ona göre her şey iyidir. Olumsuz bir şey bile olsa “Bunda da bir hayır vardır.” der.

Beni sadece kadınlar arar. Erkek olarak ya tamircinin, ya marketin ya da terzinin numarası vardır. Elektrikçi, sucu… Başka? Hayatımdaki erkeklerin hepsi iş yerlerinde kaldı. Öğle yemeklerinde bazen biz kadınlar grubunda yer alırlardı. Emekli olduktan sonra onlarla görüşmedim. Emeklilik hakkını ölmeden kazandığım için kadın arkadaşlarım arasında küçük bir kutlama yaptık. Bir gün romanımı yazarsam onlarla yine bir kutlama yapacağız. Yıllardır yazdıklarım birikti. Kaç dosya açtım bilgisayarın masa üstünde, sayısını  bile bilmiyorum. Yazdıklarımı yeniden okumak istemiyorum. Hiç okumayacağımdan da eminim. Öyleyse neden yazıyorum? Yıllardır seslendirmesini yaptığım bu filme, artık yeni baştan seslendirme yapmak istemiyorum. Uzun zamandır filmi sessiz olarak izliyorum. Bu bile yordu. İstemesem de filmi görüyorum. Görüntüler hiç değişmiyor. Ses yok. Seslendirme olmayınca eskisi gibi duygulanmıyorum. Gözlerimi kapatıyor, izliyorum.

Yazmak istediğim roman, benim hayatım olmasın istiyorum. İstediğim, düşlediğim ne varsa yazmalıyım. Yazarken kendimi bulamayacağım bir roman olmalı. Belki kurduğum bir cümle beni filmime yeniden katacak. O zaman kalemi bırakıp sessizliği tercih edeceğim. Romanımda kendisini bulan birileri olursa, altını çizdikleri cümleler olursa ne âlâ! Ben de daha sonra cümlelerin altını çize çize okur muyum?

Ben kimim ve neredeyim? Ne saçma bir soru. Kimim? Neredeyim? Büyük bir kentte emekli olmuş, evli ve iki çocuklu bir kadınım. Bu kentte anneyim, eşim, gelinim, yengeyim. Yetmez mi?  Başka ne olayım? Başka kentlerde annemin babamın kızıyım, kardeşlerimin ablasıyım, kuzenim, teyzeyim… Tuzum, balım, şekerim, güzelim diyemiyorum. Bu yaşıma kadar kimse bana bunu söylemedi.

Gençken güzelmişim. Oğlum fotoğraflara baktığı bir gün böyle söyledi. “Gençliğinde güzelmişsin.” Kızım benden güzel olduğu için ondan bunu işitmedim. Ama ikisi de evlilik fotoğraflarımıza bakıp “Makyajını çok kötü yapmışlar.” dedi. Kızım o zamanlar bunun moda olduğunu düşünüyormuş.  Söylediler de söylediler. Bir şey söylemedim. Şimdi olduğum gibi o zamanlar da güzel bir kadın değildim. Evet, zayıftım ama kuvvetliydim. Eşimle güreşme cesaretini bulacak kadar güçlüydüm ancak o da gerçek gücünü benim üzerimde denemedi.  Kırk yıllık evlilik, dile kolay… Hiç bu kadar uzun yaşayabileceğimi düşünmezdim.

Ne kadar çok düşünüyorum ama bunların arasından en iyi, en olumlu olanları cımbızlıyorum. Bunu yapabilmek uzun yıllarımı aldı. Yazdım, yazdım, yazdım. Düşüncelerimin hızına yetişmeye çalıştım. İşte sonunda başardım. Kırpmak, silip baştan yazmak zorunda değilim artık. Düşüncelerimi de yazılarımda olduğu gibi kırpılmaya, silmeye gerek kalmadan kontrol edebiliyorum. Sessiz filmin hükmü kalmadı. Şimdi hayal kurma zamanı ama artık çok geç. Hayal kurmayı unutmuşum.  Telefona mesaj geldi. Baksam mı?

Arkadaşım, dört yıl önce çektirdiğim fotoğrafa, facebook sayfasında beğeni yapmış. Güzel bir fotoğraftı. Şimdi… Nasıl da birdenbire çöktüm. Çizgilerim keskinleşti. Bakışlarım değişti. Kıyafetlerim… Eski kıyafetlerimi giyemiyorum artık. Ya omuzları bol geliyor ya da kolları dar geliyor. Omuzlarım küçüldü, kollarım sarktı. Geçenlerde otobüse bir adam bindi. Dikkatimi çekti efendiliği. Yetmişinde olmalıydı.  Ütülü kumaş pantolonu bu zamanda kimse giymiyor. Pantolonun beli boldu, kemerin altında potluk yapıyordu. Ceketi de marka olmalıydı, en iyisinden. Başkalarına vermeye kıyamadığı, dolap köşelerinde bir gün giyilmeyi bekleyen takımlarından biri belki de. Ceketinin omuzları bol geliyordu. Deri ayakkabıları takımına uygundu. Son zamanlarda elbisenin altına bile spor ayakkabı giyiyorum yine de ayağım burkuluyor. Hatta birkaç defa sokakta düştüm. En son bir ay önce düşmüştüm. Oysa ayağımda spor ayakkabılar vardı. Kaldırımda yürüyordum, markete gitmek için evden çıkmıştım. Üzerimde polyester, beli lastikli çiçekli bir pantolon vardı. Bir de pamuklu bol bir tişört… Saçlarımı taradıysam da dışarı çıkmamla, rüzgârda dağılması bir olmuştu. Karşımdan bir çift geliyordu. Kot pantolon giymişti ikisi de. Vücutlarına tam oturan güzel tişörtleri vardı. Kaldırımdan aşağı adım atmamla yere düşmem bir oldu. Genç kadın hızla yanıma geldi. Kolumdan tuttu, yerden kalkmama yardım etti. “Bir şeyiniz yok değil mi teyze?” diye sordu. Bakımsız olduğum zamanlarda bana teyze demelerinden rahatsız olmuyorum. “Yok!” dedim. Teşekkür ettim. Bu arada genç adam da yanımıza gelmişti.  Konuşmaları işitmişti. “Teyze güzel düştü, hiçbir yerini çarpmadı, oturup kaldı.” dedi.

Gerçekten de öyle olmuştu. Yalnızca sol kolumun dirseği çizilmişti. Bu da kaldırıma çarpmasından kaynaklanmıştı.

Bir insan pastaneye gidinceye kadar bunları nasıl düşünebilir, anlayamıyorum. Üstelik bunlar cımbızladıklarım.

Ana caddeye çıkmıştım bile. Kaldırım boyunca dükkânlar sıralı. Burada her şey var. Çiçekçi bile var. Acaba masaya çiçek de alsam mı? Vitrindeki çiçekler…

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*