GÜNLÜKLER -59-
6 Kasım 2018
Münazaralar yapardık, ilkokul ve ortaokul yıllarında. Eminim ‘Çok okuyan mı, çok gezen mi bilir?’ de bir münazara konusuydu. Anımsamadığım benim hangi tarafta olduğumdu.
İnternetin olmadığı yıllardı. Telefon bile ulaşılamazdı. Televizyon kaç kanallıydı unutmuş olsam da gece yirmi dört dedi mi, ekrana karıncalar toplanırdı. Karıncalara bakardım, aralarında bir şeyler bulma düşüncesiyle ama hiçbir şeye benzetemezdim. Karıncalar işte. Ansiklopediler açılır, okunurdu. Yo okunacak kitap elbette vardı ama ansiklopediler bilgi kaynağıydı, gerçek dünya ile ilgiliydi ve öğrenilmeliydi. Sadece memleketin değil, dünyanın dört bir yanından haberdar olunmalıydı. Kitaplar başkalarını anlamak için okunurdu. Öyle kendini arama, bulma düşüncesi taşımazdık. Kimse sormazdı, değiştirmek istediğin bir yer var mı? En çok sevdiğin yer neresi? Sen olsaydın?…
İnternet var şimdi ve dünyanın her yanından haberdar olman yetmiyormuş gibi, karşı dairendekilerden de haberin oluyor. Kitaplardan pek farkı kalmadı gerçek dünyanın. Bunu kim biliyor ki? Yani çok okunanlardan söz ediyorum. Çünkü gezip görerek… Sahi gezip görerek öğrenecek bir şey kalmadı mı?
Yıllar sonra çok gezen bilir, diyerek yollara düştüm. Hiç bilmediğim, hiç gitmediğim bir yer olsun istedim. Ama gitmeden önce dersini çalışmamış bir çocuk gibi kalakalmamak için okudum biraz. Biraz okudum ki etkilenmeyeyim. Derelerini öğrendim, yazarlarını öğrendim, sokaklarını öğrendim haritadan. Geçmişteki yaşamları öğrendim. Merak ettim, şimdi nasıl oralar? Gittim. Gördüm. Ayrıcalık da tanındı bana. Orada yaşayan bir kadının oturması için masa boşaltılmayacakken, benim için masa boşaltıldı. Meğerse bendeki merak onlarda da varmış. Nereden gelmişim? Ne iş yaparmışım? Neden gelmişim? Aramızda hiç fark yokmuş meğer. Ben onun memleketini anlatıyorum, o da benim yaşadığım kenti anlatıyor. Hay aksi, dedim kendi kendime. Kendi memleketini ne kadar tanıyorsun? Kalkmış gitmişsin de…
Kitaplara yumuldum yine. Ne yapabileceğimi düşündüm. Bir yandan okuyor, bir yandan da yaşadığım çevreyi düşünüyorum. Bana nasıl davranılması gerektiğini söyleyebiliyorum, onların da nasıl davranılmasını istediklerini biliyorum. Bir bakışımız bile yetiyor…
Kapı çaldı. Nerede kalmıştım? Bölünmeler nedeniyle gündüz çalışamıyorum. Dur bir düşüneyim.
Kapı çalsa, arkadaşım gelse… Ne konuşacağımız belli, gerçek hayatla ilgili her şey. İkimiz de anlatacaklarımızı biliyoruz. Ağzımızdan çıkan kelimeler bizi düşündürmeyecek. Telefonlarımıza bakacağız zaman zaman ve çok gezen bilir, diye düşüneceğiz, yerinde olmak isteyeceğiz. Gerçekten bilir mi çok gezerek?
Birbirimizden öğrenecek bir şey kalmamış. Aynıyız hepimiz de. İşte bu yüzden çok okuyan bilir, diyorum. Bilir ki hayatımızı da bir kitap gibi kurgulayan ve gerçek diye dikte ettiren birileri var. Bunları dikte eder, yüksek sesle okuruz. Gerçek! Ya diğer dünyalar gerçekse? Çok şükür ki bugün kendimle karşılaşmayacağım, diye düşünüyordum. Öyle olmadı. Kapı çaldı ya, kargoyla kitaplarım geldi. Kutuları açmayacaktım ama dayanamadım, açtım. Açmaz olaydım. “Keşke Bugün Kendimle Karşılaşmasaydım.” Şimdi bana bu kitaptan daha iyi işaret verebilecek bir kişi olabilir mi? Kimin aklına gelir, ben bunu düşünürken, çıkıp söyletir bana?
Kütüphaneme girip raflara bakmak beni mutlu ediyor. Bunu bir kitapevinde de söyledim. Sonra da pişman oldum söylediğime. “Kitaplar bana fısıldıyor.” Ama bir gün bunu ispatlayacağım. Kendi kütüphanemden başlayacağım bu işe. Şöyle…
“Keşke bugün kendimle karşılaşmasaydım. Geceleyin kütüphane… Kara kitap. Borges’in evinde. Bonzai. Bildiğimiz dünyanın sonu. Hıışt hıışt. Yüreğimdeki Ülkem. İshak!”
Bir şekilde bu böyle uzar gider, yerleri değişir cümlelerin yeni anlamlar üretir. Gerçek dediğin nedir ki güzelim? Bir çiçeğin ömrü kadardır, ömrün gibi. Geç de olsa sen de anlarsın.
Çok gezen mi bilir, çok okuyan mı bilir? Bu senin neyi bilmek istediğine bağlı değil mi? Ne istediğine bir de.
Kapı çaldı. Su geldi. Bugün kapı çalsa da artık duymayacağım. Dışarı çıkacağım. Neyse ki kitapları içeride bırakıp üzerinden anahtarla kilitleyeceğim. Kedi ne yaparsa yapsın. Pencereden baksın, nar ağacına, çam ağaçlarına, kargalara… Martıların gölgelerini bir canlı evde gibi sansın tıslasın. Bugün o da kendisiyle karşılaşamasın.
Hava bulutlandı. Yağmur yağması neye işaret? Pamuk helvası eriyecek çocuğun elinde. Eli yüzü şeker, şeker çocuk.
Geçmişe duyulan özlem değil bu. Artık pek gözde değil, psikolojik çözümlemeler. Bayılıyorum doğrusu, edebiyatın olduğu kadar insanın da şaşırtıcı olmasına. Sahi ya, yazar öldü mü? Kedi yanıma geldi. Yani öyle varsayıyorum. Yalayıp yıkayacak, duamı okuyacak.
Çok gezen değilse, çok okuyan değilse…
Telefon çaldı. Arkadaşa sordum. Oh be! Çok düşünen bilir. Bu nedenle olsa gerek, onlar içeride. Bir de Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesinin bahçesinde Rodin. Onun da ayrı bir hikâyesi var.
Dışarı çıkmak fikri pek cazip gelmedi. Seslendim. Eme! Emo! Fransız balkonun önünde uzanıyor, bir minderin üzerinde. Yanına oturup düşünüyorum. Bu nar ağacının tepesinde kalan birkaç nar ne zaman düşer ya da düşmeyi düşünür?
Fırından çıkan ekmeğin kokusu, yağmur sonrası toprak kokusu ve kütüphanedeki kitapların kokusu beni deli ediyor. Neyi nerede nasıl ve niçin öğreneceğiz . Bütün mesele.
Evde okuyarak, yazarak öğreneceğiz. Yazdığımız yazıları duvarlara asıp pencere yapacağız 🙂 Gerçekte izi olmayan hiçbir yazı yok bence.