YER – 18 Aralık 2019

YER – 18 Aralık 2019/ Çarşamba

Yeni yıla birkaç gün kaldı. Sayılı günler özellikle kısaysa çabuk geçermiş. Öyle olmayacak gibi. Onu on gündür aramamışım. Telefonda son aramaları silmiyorum. On gün önce yani sekiz aralıkta aramışım. Şimdi aradım, saat on bir. Telefonu kapalı. Şarjı bitmiş olabilir. Beni mutlaka arar. O arar. Bekliyorum. Evdeyim. Telefonumun şarjı bitmek üzere. Şarja taktım, yatak odasında, başucumdaki komodinin üzerinde. Mutfağa geçtim. Kahve makinasında kahvemi yaptım. Masadaki yerimi aldım. Ararsa konuşmaya nasıl başlayacağımı düşünüyorum. Nasılsın, diyerek başlayabilir sonra da gelişir. Ne yaptığımı anlatırım. Küçük hikayeler, sonları olmayanlardan. Yarın yeni bir olayla başka bir hikaye ortaya çıkabilir.

Her zaman kahvemi mutfakta içerdim. Kedim Eme de yanıma gelir, ne yiyip içtiğimi öğrenmek için miyavlar. Yine yanıma geldi, sandalyemin yanımda bekliyor. Ona fincanı uzattım. Kokusunu beğenmedi yine aynı şey demiş olmalı. Süt içmemi beklediğini biliyorum. Süt içmek için henüz erken. Gecenin bir yarısında acıkmış olmam gerekiyor, ama en önemlisi de uyumuyor olmam.

Salona geçtim. Eme de peşimden geldi. Koltuğa koşarak çıktı. Bana bakıp miyavladı. Videolarda gördüğüm kedilere hiç benzemedi. O beni sevecekken ben onu seviyorum. O sadece yatak odasında yattığımda saçlarını yalıyor. Ne kucağıma geliyor ne de ayaklarıma sürtünüyor.

Bugün Yuka’ya ve Benjamin’e su verme günü. Şımartmıyorum onları, sadece topraklarına yetecek kadar su veriyorum. Saksılarının altındaki tabak su görünecek kadar…

Bilgisayarı açtım. Biraz sosyalleşmek için faceboktaki paylaşımlara beğeni yaptım. Doğum günü olanların doğum günlerini kutladım. Her yaştan arkadaşım var ama benim paylaşımlarımı beğenenlerin sayısı onu geçmiyor. Genellikle yazılarımı bir fotoğrafın altında paylaşıyorum. Fotoğrafları internetten seçiyorum. Önceleri kadınları seçerdim, tablo ağırlıklı olurdu. Bir yıldır kadınları kullanmıyorum. Uzun zamandır dışarıda arkadaşlarla birlikte yemek yerken çekildiğimiz fotoğrafları da koymuyorum. Özellikle sofra zenginse ve içkiliyse. Saate baktım. Bir saat geçmiş. Telefonun şarjı dolmuş olmalı. Yatak odasına geçiyor, telefonu alıyorum. Parmak izimi kullanarak tuşları açıyorum. Arayan yok. Zaten olsaydı duyardım. Biraz uzanmak istiyorum. Yatıyorum. Yatak odasının storu güneş geçirmeyen, oda hep karanlık. Sağından hafif bir ışık sızıyor. Uyandığımda gece mi yoksa gündüz mü olduğunu anlayabiliyorum. Uyumuşum.

Kapının zili çalıyor. Biri gelmiş olabilir fakat kimseyi beklemiyorum. Uzun zamandır yanlış zile basmıyorlar. Koşarak kapıya gidiyorum. Kameradan bakıyorum. Yaşlı bir adam, profilden görünüyor. Açmamam gerektiğini bildiğim halde otomata basıyorum. Bir soyguncu görüntüsü yok, anketçi de olamaz. Daha önce her kapı ziline basana kapıyı açardım. Sonra alışkanlık haline getirdiler. Günde dört defa kapı açılır mı? Ben açıyordum.

Mutfağa geçip çay suyu koyuyorum. Kahvaltı hazırlayacağım, acıktım. Gece yatarken yediğim için gündüz uyandığımda aç olmuyorum. Saatin on dört olmasını bekliyorum. Kahvaltılıkları çıkarıyorum. Tatlı olarak vişne reçeli dışında tatlı yemem. Şimdi tereyağlı ekmeğin üzerine vişne reçeli güzel olacak görünüyor. Çay demlenirken telefonla görüşeceğim kişileri arıyorum. Nasılsın canım? Sonra kendiliğinden gelişiyor konuşmalar.

“Anahtarı teslim ettiler mi?”

“Ne gezer. Kaç Salı geçti, kaç Cuma geçti aradan hâlâ bitirmediler.”

“Arasana.”

“Mesaj yazacağım. Kaç Salı geçti kaç Cuma geçti ne zaman bitireceksiniz balık kavağa mı çıkmalı, diye yazacağım.”

“Öyle yazma. Salı günü anahtarı teslim edecektiniz. Şimdi iş ne zaman bitecek?”

“Konuşsam daha iyi olacak.”

“Bence de…”

“Sen neler yapıyorsun? Kadıköy’e gittin mi?”

“Dün gittim. İşte biraz dolaştım döndüm.”

Konuşma buradan gelişiyor. Hiç değişemeyen Kadıköy’ü anlatıyorum.

“Yarın misafirim gelecek.”

“Kim?”

“Gülşen. Ona etli lahana sarması yapacağım. Sen de gelir misin?”

“Yok canım. Bir arkadaşa sözüm var.”

Kapı zili çalıyor. Bir yandan konuşuyorum diğer yandan otomata basıyorum.

“Kapı zili mi çaldı?”

“Evet.”

“Kim geldi?”

“Kargo…”

“Yine ne aldın?”

“Neler almadım ki!”

Kapı tekrar çalındı.

“İyi günler.”

“Teşekkür ederim. Bir daha sipariş vermeyeceğim. Gerçekten artık utanıyorum.”

Adam gülümsedi ya da bana öyle geldi.

“Bizim işimiz bu. İyi günler.”

“İyi günler.”

Kapıyı kapatıyorum.

“Gitti canım.”

“İyi.”

Mutfağa geçiyorum. Çok geçmeden de telefon görüşmesini sonlandırıyoruz. Kahvaltı hazır. Eme de mutfakta.  Mama kabına bir avuç mama koyuyorum. İştahla kıtır kıtır sesler çıkararak taneleri mideye indiriyor. Bitirdi tabağındakileri. Tuvalete girdi.

Saat on beş kırk yedi. Telefon çalmadı. Tekrar arıyorum onu. Telefon kapalı.

Koltuğa oturuyorum. Bir roman alıyorum elime. Bu bir distopya.

Eme de karşı koltuğa oturuyor ve ağzını, yanaklarını, kulaklarını temizliyor. Ön sol patisini yalıyor yalıyor sonra da tüylerine silip yalıyor. Onu izlemek yerine romanı okumalıyım.

Masaya uzanıp saate bakıyorum. Kırk dakikadır okuyorum. Kısa bir mola veriyor, yerimden kalkıyorum. Koridordaki koliyi açmak istemediğim için direk çalışma odasına bırakıyor, kapıyı kapatıyorum.

Mutfaktayım. Sonra salon…

Eme’nin yanına, yattığı koltuğa uzanıyorum. Salon  öyle aydınlık ki güneş sol tarafımdaki pencereden içeri uzanıyor. Gözlerimi kapatsam bile karanlık olmasına izin vermiyor; sapsarı bir ışık gözlerimin önünde. Eme’yi okşuyorum. Mırıldamaya başladı. Çok geçmeden koltuğun tepesine çıkıp uzanıyor. Yattığı yerden gökyüzünde uçan martıları izliyor. Onlara ulaşamayacağını artık biliyor. Hiç evden çıkmıyor, o bir ev kedisi. Onun yerinde olsam on altı yıl bu evde nasıl yaşardım? Ona farklılık yaratmak ve biraz da şaşırtmak için davranışlarımı değiştiriyorum. Hep aynı şekilde okşamıyorum. Bazen tüylerini yolarmış gibi çekiştiriyorum. Parmaklarımı açıp  başından başlayıp kuyruğuna kadar bastırarak tarar gibi yapıyorum. Ben fark etmesem de o farklı hissediyor. Telefon çalıyor. Kalkıyorum. Masadan telefonu alıyorum. Arayan bir arkadaşım; G. Okuma grubunun Pazar günü toplanacağını söylüyor.

“Kitapları okudun mu?”

“Evet ikisini de bitirdim.”

“Yazılarını da getir. Unutma sakın.”

“Olur. Bugün ne yapıyorsun?”

“Buluşalım diyeceksen, olmaz. Arkadaşlarla buluşacağız.”

“Sonra buluşuruz. Şimdiden tarih verirsen başka buluşmalarla çakışmaz.”

“Pazar gününe kadar yoğunum canım.”

“Pazar günü gelemeyebilirim.”

“Neden?”

“Evde temizlik var.”

“Bırak evi çık.”

“Ya Eme kaçarsa. Ya balkon kapısı açık kalırsa…”

“Kutuya koy. Yok mu kutusu?”

“Var ama üzerine yapar.”

“Yıkarsın.”

“Kediler yıkanmaz. Suyu sevmezler.”

“Odaya kapatırsın işte.”

“Evet bunu düşünmemiştim.”

Telefon görüşmesi sırasında bir arama var. Ekrana bakıyorum. Arayan o değil; J.

Telefonu kapatıyor, J’yi arıyorum. Açmıyor.

Koltuğa uzanıyorum, duvardaki tabloya bakıyorum. Bir ağaç, çıplak, sadece dalları var. Kızıl akşam güneşi ve küçük sarı bir alan. Mevsim kış. Tıpkı tablodaki gibi dışarısı; bir tek  kızıllığı eksik. Mevsimleri düşünüyorum. Yılları… Olayları…

*

 

 

 

 

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*