GÜNLÜKLER -74-
22 Kasım 2018
Akşam geç saatlerde telefonuma gelen mesajla bir gruba üye oldum. Bana sayfayı öneren kişinin profiline baktım. İsim yok. Bir kadının seçeceği resimler olarak algıladım önce. Kabul ettim. Daha sonra böyle düşündüğümü fark edip sayfayı inceledim. Yapılan yorumlardan birinde de kişinin-erkekti- kadın olduğu düşüncesiyle yazdığını gördüm. Oysa bu kişi kadın değildi. Duyarlılığını, inceliğini bir şekilde gösteriyor; yazarlardan kitaplardan seçiyor paylaşıyordu. Öznel olabilecek hiçbir paylaşımı yoktu. Mutlu olmalıydım. Çünkü ben de bitirdiğim iki romanın ardından düşünüyordum… Kadınlar ve erkekler farklı mıydı? Farklıysa nedeni neydi?
Duygusal, kültürel yetiştirilme koşullarıyla farklılaşmış bireylerdik. Ama önce erkek ve kadın olarak ayrılıyorduk.
Daha önceki yazdıklarımı, okuduklarımı, düşüncelerimi yeniden gözden geçirmeliydim. Suat Derviş’in iki romanı beni çok etkilemişti. Kadın karakterler ve erkek karakterler…
‘Kara Kitap’ romanının bitmesine yirmi sayfa kalmıştık ki ara vermiştim. Gerçekten de ‘Fatma’nın Günahı’ adlı kitabın son romanı müthiş bir sonla bitiyordu. Her şeyin özetiydi belki de. Bir kadının sonunda fark ettiği bir gerçeklik. Bu gerçeklik kurgu dünyaya ait olsa da.
Her şeyi yapan biz hikâye anlatıcılarıydı. Yazarlar demiyorum, anlatıcılar diyorum. Bir başka insanın üzerinde anlattıklarıyla etkili olan kişiler.
“Evet, anlıyordu, anlıyordu… Zeynep’in gözlerine ölümü koyan kendi sözleri, kendi sözlerinin nüfuzu, kendi kendiydi.” S.288
İki genç kadın, yaşadıkları aşk hikâyelerinde kendilerini nasıl ifade edebiliyordu? İlişkinin öznesi mi yoksa nesnesi miydiler? Yüzyıllar boyunca nesneleştirilen kadınlar, kendilerine biçilen rollerin dışına çıkabilmişler miydi? Bu rollerin dışına çıkmak için neler yapmışlar ve neler çekmişler, ne bedeller ödemişlerdi?
Aşkın ne olduğunu bilmeyen birisine, karşılaştıkları duruma, duygularına ifade bulacak, anlayacak birilerinin olması gerekiyordu. Kitaplar değilse de birileri oluyordu. Biz ne biliyorduk? Kadın olarak ya da erkek olarak?.. Kitaplar ne biliyordu? Yazarlar?.. Kitaplardaki karakterler?..
Bildiklerimiz herkesin bildiği kadardı, daha doğrusu öyle olduğuna inanmamız gerekeni biliyorduk. Bilmemiz istenenin dışına çıkmak… Yani bilmiyorduk. Bunun üzerine konuşan ve yazan daha çok kadınlardı. Kara Kitap ve Fosforlu Cevriye romanlarından sonra yine o dönemlerde yazılan erkek yazarların eserlerini düşünmeden edemedim. Özgür kadın yaratmak için kalemi ellerine alışları ve verdikleri eserler. Amaç sadece kadınların özgürlüğü içindi. İlk özgürlük sanırım aşkta kazanılmış olacaktı.
Kadın olarak kendilerine meslek hayatlarında bir yer açabilmiş bu dünyadaki kadınları düşünmeden edemedim. Suat Derviş de bu kadınlardan biriydi. Bunun için verdiği mücadeleyi ‘Anılar Paramparça’ adlı kitabında bulabileceğimi sanmıyorum.
Yıllar önce yazıya başladığım ilk zamanlarımı düşündüm. Yazıların esinlenişini… Her şey ben ile başlıyordu. Çünkü o ben her şey ve biraz da herkesti. Aynı hikâyeler. Bizi farklılaştıracak hikâyelerin kitaplarda olduğuna inandım. Doğruymuş meğer. Nasıl anlattığımdı beni ben yapan. Anlatırken hatalar yapan. Yazarken durmadan silen, yeni baştan anlatmaya başlayan, noktalamalarla vurgulara dikkat çeken… Kadınlar önce kendilerini anlatıyor, çok sonra başka hikâyelere geçiyor. Konuşma şekline dedikodu deniyor, yazı dilinde adının ne olduğunu bilmiyorum. Kadınlar…
Ya erkekler?.. Aşkları anlatan erkekler, sevdikleri kadının özne olması için mücadele vermeleri?..
Teorik bilgiler bilgilenmemizi sağlar. Bu bir kelimenin anlamını bilmeye benzer. Bu kelimenin günlük hayatta yer alması, cümle içinde kullanılması da öğrenilmiş olduğunu gösterir. Romanlar, teorik bilgilerin hikâyeler içinde anlatılması değil de nedir?
Didem Madak’ın dizeleri aklıma geliyor, “Siz aşktan ne anlarsınız bayım?” diyerek devam ediyor. Bir kadının aşk üzerine söylediklerine önem veriyorum. Bir başka dünya olarak hikâye etseler de.
Kara Kitap, kadınların belki de emekleme yıllarını anlatıyor, birey olmak için verdikleri aşk içindeki konumlarını sorgulatıyor.
“”Öyle kadınlar vardır ki, demişti, onlar mütevekkil ve kanaatkar bir aşkla sevmek ve fedakarlık yapmak için yaratılmışlardır. Onlar sevdiklerinden gelen her şeyi, ihmali, felaketi, ıstırabı, acıyı zevkle karşılarlar. Onların hayattaki gayeleri sevmek, bütün gururun, izzeti nefsin, saadetin, menfaatin fevkinde sevmektir. Eğer onlar fedakarlık yapmazlar, eğer onlar aşk için mustarip olmazlarsa kendilerini, mevcudiyetlerini ifade etmezlerse mesut olamazlar.”” S.286 diye devam eder sayfada…
Fosforlu Cevriye romanı da 1940’lı yıllarda yazılmış. İstanbul sokaklarında yaşayan bir fahişenin hikâyesi. Aslında aklımda kalan sadece o değil, onunla birlikte var olan diğer karakterler de unutulmaz benim için. Erkeklerin kadınlar üzerindeki etkileri olarak da düşünebilirim. Kadınların erkekler üzerindeki etkileri de diyebilirim. Bir aşk hikâyesi var sonuçta. Sadece romandaki aşkların incelenmesi bile bir araştırma konusu olabilir. Bir kadın yazarın, hayata bakışı ve penceresinden gördükleri. Bu bakışın sadece gerçek dünya ile sınırlı olmadığını artık biliyorum. Kurgu dünyalar da araya giriyor. Fakat öyle güzel işleniyor ki kendi kültürümüzü duygularımızı yaşantılarımızı yansıtıyor. Hikâye birçok soruları barındırıyor. Ne güzel, soru işaretleri kullanılmadan ama sordurmadan da edemeyen bir dünya yaratmak. Kim?.. Bu soru ilk sorum oluyor ve merakla o erkeğin kim olduğunu öğrenmek istiyorum. Fosforlu Cevriye’nin aşık olduğu erkek kim? O erkeğe neden aşık oluyor? Aşkını besleyen nedir? Hatta aşk nedir Cevriye için?
Okudukça diğer karakterleri de merak ediyor, tanımak istiyorum.
Bir kadın için aşk nedir? Yani Fosforlu Cevriye için. Ya diğer kadın karakterler? Ya erkek karakterler?
Çok etkilendim. Birçok sorularım oldu ve birçok romanları anımsadım. Hayat bir anlamda bir başka hikâye ile bağlantı kurarak yaşamaktır. Dokunmaktır. Kitaplardaki dünyaların da kendi aralarında olduğu kadar bu dünya ile de bağlantı kurdukları hikâyeleri vardır. Kimine yanıt olur, kimine soru. Roman yazmak ise çok başkadır. Teorik olan her şeyi, roman içinde kullanmak, öğrenmektir.
Sadece aklıma gelen romanlarla karşılaştırabiliyorum. Yüzyılları kaldırıyorum aradan. Bugünün Doopler’ini düşünüyorum, geçmişten de Stefan Zweig aklıma geliyor. Yüzümü Batı’ya çevirmişim. Öyle işte.
Hiçbir hikâye bir kişiyi anlatmıyor. Ben anlatmaya çalışıyorum ama olmuyor. Roman yazmak öyle sanıldığı gibi kolay değil. Yaşadığın gibi yazılmıyor ki…
Suat Derviş’in diğer iki kitabı okumaları devam ediyor. Her şeyi okuma şansımız yok. İsterdim ki erkek yazarlardan da okuyayım. Bunun için doğrusu çok imreniyorum eski yazarlara. Aldıkları eğitimi düşününce… Onlar çocuk yaşlarda edebiyatla ilgili dersler de almışlar. Sonra da toplumun aydın insanları olarak ezilenden yana kalemleriyle mücadele vermişler. Ne çektiklerini ise çoğu zaman bilmeyeceğiz. Gerçek karakterler onlar. Benim kahramanlarım. Ama romanlarından ayrı bireyler; duruşları, savundukları, yaşadıklarıyla…
Bir yanıt bırakın