GÜNLÜKLER – 23 Mart 2020

GÜNLÜKLER – 23 Mart 2020

Uyuyamadım. Yarım kalmış bir romana ara vermişim gibi ama hayat devam ediyor. “Çığlık” tablosu gözlerimin önünde. Çığlık atmak istiyorum. Sesim çıkmıyor, içimde kalıyor. Değil bir mendil, burnumun sızlamasını bile normal karşılamıyorum artık. Bu sadece  bugün düşünülen bir şey değil elbette. Bunun öncesi de vardı ama dile getirmiyordum. Savaşlar, göçmenler, çocuklar… Onların yaşadıklarını düşününce benimkisi hiçbir şey değil. Bunu da çocukluğumda öğrendim aslında. Babam öğretti. Bizim yaşadıklarımızı yaşayamayanların olduğunu söylediğinde ne çok kızardım.  Bu okumama engel değildi. Bu hiçbir şeye engel değildi. Bana engel değildi. Ne savaşa katılmıştık ne de göç etmek zorunda kalmıştık. Savaşı anımsamıyorum, karatma gecelerini ve istasyonun  karşısındaki küçük tüneli anımsıyorum. Bir de savaş pilotu olan oğlunu kaybeden komşu kadını anımsıyorum. Sessiz sessiz göz yaşı dökerken yün eğiriyordu. Anlayacak yaşta değildim. Savaş pilotu oğlunun uçağının düştüğünü ve onun da ormanda kaybolduğunu, savaş bittikten sonra döneceğini düşünüyordum.

Kuş sesleri yavaş yavaş artıyor. Burada ıslık çalan birkaç kuş var. Defneyi çok seviyorlar sanırım sık dallarının arasında yuva kurdular. Geçen yıl rüzgar öyle sert esmiş olmalı ki  yuvayı düşürmüş, içindeki yumurtalar da  kırılmış. Belki bu yıl daha sağlam yapmıştır yuvasını.

İzban çalışıyor. Şu anda biri geçiyor. Yolcusu var mıdır. Saat çok erken. Balkona çıkmak istiyorum. Kuşları hiçbir duyguya kapılmadan, hiçbir çağrışımda bulunmadan dinlemek var. Onların da kendilerine göre bir hayatları var. Onlara buğday vermeliyim. Gerçi defne çiçeklendi, bunları yediklerini gördüm. Karşılıklı konuşmaları arttı. Pencereyi açtım. İs kokusu var havada. Kuşlara ne kadar az yer bıraktık. Ağaç kalmadı. Toprak yerine beton var. Doğayı tanımayan bir çocuk gözüyle bakıyorum. Onlara anlattıklarıma ne kadar yabancılardı oysa.  Ekranlar doğanın yerini aldı.

Guguk kuşları da uyandı. Tan ağardı. Neşeli sesleri biraz dinlendiriyor. Hava bulutlu olduğu için güneş görünmüyor. Bu saatlere kadar uyanık olmak istemiştim. İstediğim gibi oldu. Doğayı seviyorum. Bana iyi geliyor.

Yetişkinler için yazdığım  ilk dosyayı birkaç yayınevine vermiştim. Görüşmeye gittiğimde bana bulaşıcı bir hastalığım varmış gibi davranmışlardı. Bulaşıcı… Yani başka bir şey işte. İki uç arasındaki gidiş gelişler ve işaretlerin okunarak hayatta kalınışı dosyada oldukça iyi verilmişti, yani bana göre. Pır pır ediyor kalbim diye yazıyordum, yani öyleydi. Ne savaş vardı, ne açlık vardı ama her şey yine beklemedeydi. Yine de askıdaydı hayatlar. Askı?!.. Bırak şu metaforları, desem de dilimden arındıramıyorum.

Yatarken aklıma güzel bir çocuk öyküsü geldi. Kalkıp yazamazdım sabah olmuştu ve yatmam gerekiyordu. Unutmamak için içimden tekrar tekrar seslendirdim. Uyandığımda elbette hatırlayamadım.

Çocuklara bugünleri atlattıktan sonra ne anlatacağımı, nasıl anlatacağımı bilmiyorum. Yoldan geçen küçük çocuk annesinin elinden kurtuldu. Ağlamaya başladı. Bu yalnızca bir dil olsa gerek. İsteme dili. Canı acımıyor. Önden koşmak istediğini anlatmaya çalışıyor. Biz ağladığımızda içimizden bir türlü atamadığımız büyük bir yük olurdu. Düşünürdük ağlarken. Bir şey istediğimiz için değil, canımız yandığı için ağlardık. Düşüncelerimizi ifade edemez, ağlardık.

Bulutlar dağılmamıştı. Güneş yoktu. Yağmur yağacak dedim. Ben uyurken yağmış. Balkonda oturdum. Sokağa çıkanlar gençler ve çocuklar. Uyarılara rağmen halen sokağa çıkılıyor. Bu nedenle OHAL ilan edilebilir. Bugün olmadı, belki yarın. Her gün yapılan açıklamalarla salgın hastalıkla nasıl yaşayacağımıza dair günlük planlar yapıyoruz. Bugün komşumuz  M’nin öksürük sesini işittim.  Hasta olabilir mi, diye düşünmeden edemedim. Evde, daha doğrusu depo olarak yapılan binanın bir yanını odalara bölüp yaşanacak alana çevrilen alanda, yalnız yaşıyor. Eve gitmemekte ısrar ediyor. Çöplerden atık malzemeler topluyor ve bunları bahçede depoda biriktirip daha sonra satıyor. Bu işi paraya ihtiyacı olduğundan yapmıyor. İşsiz kalmamak için oyalanmak için bir amaç olması için…  Bahçe rengarenk atık malzemelerle dolu. Bu mevsimlerde tam da sineklere yuva olacak şekilde pis. Ev olarak kullanılan bölümdeki pencerelere bulduğu plastik çiçekleri yerleştirmiş. İki Türk bayrağı da ipe asılmış. M. çocukluğumda genç delikanlıydı, at arabasını kullanır, her gün tarlaya gider gelirdi. Tarlada genellikle kendileri çalışırdı, işçi hemen hemen çağırmazlardı. Tarla işleriyle geçinmek mümkün değildi ki. Şimdi inşaat şirketiyle anlaşmışlar, her an yıkılacak diye bekliyorlardı. Son duyduğuma göre ekonomik kriz nedeniyle inşaat şirketi anlaşmayı iptal etmiş ya da kaçmış diyeyim. Şimdi dengesini kurmaya çalışarak yürüyor. Engelli olması nedeniyle, yürürken denge sorunu yaşıyor. Onu tanımayanlar deli olduğunu sanıyor. Yollarını değiştiriyorlar. Oysa burası küçük bir yer, şimdiye kadar onu tanımaları gerekirdi. Bahçe kapısından çıktı, kapıyı kapattı. Onun arkasından bakıp kaldım. Eve gidiyor olmalı, annesinin ve ondan daha engelli olan kardeşlerinin kaldığı apartman dairesine. Evde sigara içtiği ve izmaritini yere attığı için annesinin ve kardeşlerinin kızdığını duydum. Bu da dedikodusu olsun diye annesi anlatmış.

M’nin evinden sonraki bina hemen inşaata başlanacak diye yıkılmış deniyor, oysa sahibi, binayı oraya yerleşen üç Suriyeli adam yüzünden yıktırmış. Zaman zaman telefonda konuşarak geçen gençler oluyor, konuştukları dili bilmiyorum. Etrafımızdaki apartmanların birinde kalıyorlar sonuçta. İşleri var mı, nasıl yaşarlar bilmiyorum. Öyle çok apartman var ki… Apartmanlar bahçemizin arkasında ve yanında, tren yolu boyunca sıralanıp İzmir yönüne doğru ilerliyor. Bahçemiz de tren yolunun yanında. Bahçe ile tren yolu arasında beton bir yol var. Bu yola asfalt diyemiyorum, çok kötü yapılmış bir yol.  Bu yol kısa olduğu için bizim bahçenin önünden de geçmek zorundalar. Ama geçen çok az. Yol bir aracın geçebileceği genişlikte. Araçlar bu yolu değil bahçenin arkasında kalan yolu tercih ediyor. Genellikle yürüyüş yolu olarak burayı  tercih ediyor insanlar. Gençler, kadınlar, erkekler… Ama geçenler tek tük… İşe gidiş, işten dönüş, camiye gidişler, okullarına gidenler… Ev kadınları evden Kur’an kursuna gitmek için çıkıyor olmalılar. Sabah kucaklarında Kur’an’la  geçerlerken görüyorum onları,  öğleye doğru da dönüyorlar sallana sallana kendi aralarında gülüşerek.

Ölüm üzerine konuşamıyoruz. Oysa günlük kısa planlar yapıyoruz. Salgın hastalıktan olmalı. Hastalığı ciddiye alıyoruz. Bahçeden dışarı çıkmıyoruz. Bugün daha iyiydim. Yeni bir romana başladım. Okumayı yeni öğrendiğim çocukluğumdaki kadar şaşkınım. Roman okumak bir başka kültür. Sinema tutkunluğu gibi bir şey. Yarın öğretmenimi aramayı düşünüyorum. Onu anımsadım bugün. Çocuklardan vazonun nasıl bir şey olduğunu anlatmalarını istememi söylemişti. Bunu o an düşünmüştüm. Ben nasıl anlatırdım? Okudukça, konuşurken hatta yazarken  ne kadar az kelimeyle anlatmaya çalıştığımızı fark ediyorum. Gerek duymadığımız konuşmalar, içimizde hep aynı olan cümleler olarak kalıyor. Bizim için planlanan gelecek için hazır olduğumuzu düşündükçe ürperiyorum. Anlatacak hiçbir şey yok. Açıklamalara gerek de yok. Görüntülerle anlatabiliriz ama kelimeler kaybolmuş. Bu görüntüleri sözcüklere dökmek olanaksız. Kısa video çekimleri yapıyoruz, film kareleriyle anlatmaya çalışıyoruz. Paylaşıyoruz. Sözcük yok. Birçok sözcük kayıp.

Saatlerce bilgisayarın başında yazmaya çalışıyorum. Satırlar ilerlemekte direniyor. Bu gece yazmak istemediğimi düşünüyorum. Okumaktan yana yüreğim. Başladığım romanda neler olacağını merak etmeye başladım.  Hayat da bunun gibi bir şey, merak ettikçe yaşam sürer.

“Portakal Suyu” hikayesini çok merak etmiştim. İlk eşimin bana anlattığı ilk hikayeydi. Yazmayı düşünüyordu. Bir dergide işe başlaması beni çok mutlu etmişti. Okumak güzeldir. Yazmak olmasa da okumak güzeldir. Kemalettin Tuğcu öykülerini yazarken kendi acılarını da eklememiş miydi? Okuyan bunu hissedebiliyordu. Ömer Seyfettin’in adalet duygusu… İşte Sait Faik burada yazmanın arınmak olduğunu anımsatıyordu bana. Her şeye rağmen yaşamak. Onu hayatta tutan kalemi olmalıydı. Dönüştüren güç simgesi kalem.

“Portakal Suyu” da on sekiz yaşındaki genç kıza, yirmi bir yaşındaki delikanlının, yazmayı düşündüğü hikayeyi anlatmasıyla başlar. Çok sıradan bir hikayedir. Kurgusu henüz yapılmamıştır. Yalnızca hikayeye giriş yapılmıştır. Yani bir girişi vardır. Genç adam pastaneye her gün gelir ve sevgilisi genç kızın gelmesini bekler. Garson, her gün genç adamı masasında oturmuş  görünce portakal suyunu hemen alır gelir ve masasına bırakır. Bir gün genç adam portakal suyu önüne getirilince bunu istemediğini söyler. “Her gün portakal suyu içeceğimi söylemedim…”

Tırnak içindeki cümle gerçekte kullanılan cümle olmayabilir. Ama burada yer alacak cümle hikayenin ana temelidir ve çok önemlidir. Acaba o yıllarda bana ne söylemişti? Bana portakal suyu içmekten sıkıldığını açık açık söylemişti. Ben de hikayenin devamını merak etmiştim. Genç adam garsona nasıl davrandı, ondan ne istedi? Genç kız buluşmaya o gün de geldi mi?..

“Bunu yaşayarak öğreneceksin,” demiş gülmüştü. Pastanede oturuyorduk ve masamızda ikimizin de önünde, dumanı üstünde tüten çay bardakları vardı. On sekiz yaşımın okuru oldukça acemiymiş. Dil, kurgu, giriş, gelişme… Bu hikayeyi yazmak için yıllarca çalıştım. Nerede bir portakal kelimesi görsem dikkatimi çekerdi. Şarkılarda, romanlarda, öykülerde… Yazamadığım kendi öykümü düşünürdüm. Yıllarca portakal suyu yerine çay içmekten sıkılmamış ama sonunda pastaneye gitmekten nefret etmeye başlamıştım. Hayır hayır bu gerçek hikaye, yani kurgu değil. İstanbul’da dışarıda kaldığımız günler iş çıkışında hep pastanelerde oturur beklerdik ev sahibinin gelmesini. Artık çayın da pastanenin de adını duymak istemiyordum.  Portakal Suyu’na elveda demiştim. Çok geçmeden de evimizi tutmuştuk neyse ki. Pastane bitmişti ama hikaye devam ediyordu. Ben yaşadığım sürece devam edecekti. Artık evimiz vardı. İşimiz vardı. Hatta işlerimiz vardı. Hayat telaş içinde koşuşturmayla geçerken o portakal suyu da içten içe devam etti kendini yazmaya. Ben portakal suyu oldum sonuna. Bir bardak portakal suyu. Hikaye de böylece son bulmuştu. Ayrılmamızın ardından bir ev aldı ve ben de “Portakal Suyu” hikayemle, aldığı eve yerleştim. Evde “Portakal Suyu”, kitaplar, yukam ve Emo var.

Onun gençlik yıllarında yazdığı bir şiiri uzun süre sakladım. A 4 botunda sarı saman kağıda yazılmıştı. Bu şiiri benim için yazdığından emin değilim ama beni gözlemlemiş olmalıydı. Dört beş dizeydi.  Bir dizesini hiç unutmuyorum.  “Bende biten onda başlar.” Bunun üzerine çok düşündüm. Bu da ayrı bir hikaye elbette.

Bugün kardeşimle telefonda görüştüm. Okuma yazma çalışmalarımın devam ettiğini ama devam etmekte zorlandığımı söyledim. Günlük olaylar yani şu salgın hastalık üzerine olan kurgularım nedeniyle okuyup yazamıyorum. Kendimi veremiyorum. Beklemeye alıyorum sanki yaşayacağımdan çok eminmişim gibi. Bazen de öleceğimi düşünüyorum. Neden, diyorum, neden okumalı yazmalıyım? Biliyorum yanıtını elbette. Kardeşim de biliyor. Bu nedenle romanımı bir ara okuyacağını söylüyor. Hayır, diyorum. Romanımı kimseye okutmadan yazıyorum. Bitirmeden okuyamayacaklar. Konuşmanın ardından okumaya yeni başlayacağım romanı elime alıyorum, kitabın arka kapak yazısını okuyorum. Ne anlatıyor, nasıl anlatıyor?

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*