MAVİ KAPI -2-


MAVİ KAPI -2-

Artık dişlerimi göstermeden gülümsüyorum.  Tebessüm gibi bir şey. Tam tebessüm diyemem. Şimdi oldukça ciddiyim ve ciddi  şeyler yazacağım. Çocuklar yok. Masallar ve masalsı gerçekler  mavi kapıların ardında kaldı. Onlar da içeride. Kırık masaların sıraların arasında. Belki yokluğumdan yararlanıp sınıf içinde dolaşıyor ve birbirlerine takılıyorlardır. Birbirlerine zarar verecek şekilde kavga ettiklerini de düşünebiliriz. Benim yokluğumdan yararlanıyorlar. Gerçi yanlarında olsam da kavga ediyorlar. Varlığım bile yokluğum olabiliyor.

Gülersem, aptal hissedeceğim kendimi. Aptallar aptal olduklarını bilmezlermiş. Aptal olduğumu hiç kabul etmedim, düşünmedim de, hep gülüp geçerdim.

Öğretmen olarak başvuruda bulunmamın nedeni, bu işin yarım günlük olmasıydı. Restoranı da idare edebilecektim. İş yeri benim üzerimeydi. İki işi birden yürütmek. Ayrıca kendi mesleğime atamamı bile sağlayabilirdim. Mesleğimin ne önemi var. Gazetelerde, haberlerde benim gibi meslek dışından yapılan atamalara karşı çıkılıyordu. Ziraat mühendisi, veteriner fakültesi, biyolog, fizikçi… Ben de öğretmen olmayı kabullenemiyordum. İşte ne olacaksa olacaktı ve bunu  zaman gösterecekti.

Sonunda atamaların olduğunu öğrendim. Okulum da belli olmuştu. Ne zaman başlayacağımı bilmiyordum. Ne zaman ki okuldan aradılar, o zaman öğrendim. Yarın başlayacaktım.

Telefon çaldığında öğle olmak üzereydi. Yorgundum ve yatıyordum. İşten yani restorandan gece yarısına doğru çıkmıştık. Kalktığımda Metin işe gitmişti. Kızımızı da kreşe bırakmış olmalıydı, çünkü evde yoktu. Telefonu açtım. Duyduğum sadece okuldan aradıklarıydı. Öğretmen olmalıydı. Orasını duymamıştım. Şivesi vardı. Anlamamış da olabilirdim. Yarın işe başlamam gerekiyordu. Nereden geldiğimi sordu telefondaki kişi. Söyledim. Bana ayrıntılı olarak nasıl gideceğimi söyledi. Kaç numaralı otobüse bineceğimi bile söyledi. Durakta inecektim. İlk kez gittiğim için şoföre hangi durakta ineceğimi söylemeliydim. Otobanda inecek, yolun karşısına geçecek ve yokuşu çıkacak, yaklaşık beş yüz metre kadar yürüdükten sonra okulu görecektim. Kiminle görüştüğümü sordum. Okul müdürü olduğunu söyledi. Gerekli olursa diyerek okulun telefon numarasını da verdi. Aradığımda kendisinin çıkacağını da belirtti. İkinci bir telefon yoktu.

Telefonu kapattıktan sonra yattım. Bir daha da kalkamadım. Kalktığımda gecenin bir yarısıydı. Metin henüz gelmemişti. Mine de yanında olmalıydı. Kesin koltuklardan birinde uyuyordu. Onu arayacak gücüm yoktu. Uzandım ve öylece kaldım. Metin geldiğinde yanıma geldi. Kalkamadım. Ateşin var senin, dedi. Bir şey yiyip yemediğimi sordu. Yememiştim. Çorba getirmek istedi. İçemem dedim. Uyudum tekrar. Uyandığımda sabah olmuştu. Metin’e seslendim. Yanıt alamadım. Kalkmayı denedim. Kalkamadım. Metin olsaydı, okulu aramasını isteyecektim. Yoktu. Tekrar uyumadan okulu aramalıydım, işe gidecek durumda değildim. Sürüne sürüne salondaki telefonun yanına gittim. Numarayı çevirdi. Hasta olduğumu yataktan kalkamadığımı söyledim. İşe yarın başlayabilirmişim. Yattım.

Uyandığımda hava kararmak üzereydi. Evde çorba olmalıydı. Metin akşam söylemişti. İçtim ve yattım. O gece yarısı geldiğinde yanıma uğradı. Nasıl olduğumu sordu. Doktora gitmemizi söyledi. Kalkacak durumda değildim, kabul etmedim. Sürekli terliyor, uyandığımda üzerimi değiştirip yeniden uyuyordum. Sabah olduğunda yataktan kalkabildim ama ayakta zor duruyordum. Okulu aradım, bir gün daha izin aldım.

Yarın ne giyeceğimi düşündüm. Dolabımı açtım. Bir tek etek, etek boyu uzun bir etek bulamadım. Yine de birkaçını denedim, çok kısaydı. Sonunda dolabın diplerinden siyah bir etek çıkardım. Denedim. Kumaşı naylon olduğu için çok kırışık değildi, ütü gerekmiyordu. Beli bol gelmişti. Bunu da üzerine giydiğim gömlekle kapatmayı başardım. Öyle inanıyordum. Kısa zamanda etek almam gerekiyordu. Bu etek dışında eteğim yoktu.

Giyeceklerimi askıya koydum. Kendimi yorgun hissediyordum. Yattım.

Sabah kalktığımda daha iyiydim. Ama yaklarım geri geri gidiyordu. Gitmek istemiyordum. Gitmemek için birçok nedenim vardı. Hepsini sıralayabilirdim. Zaten bir işim vardı. Geç saatlere kadar çalışıyordum. Zaten benim mesleğim değildi. Bunu başkaları benden daha iyi yapardı. Ben ne yapabilirdim ki?

“Bir bildikleri var ki sizi atadılar” demişti eşim.

Öğleye doğru giyinip evden çıktım. Durak kalabalıktı, geçen otobüs sayısı da çok azdı. Birkaç otobüs geçti.

Otobüs çok geç geldi. Durakta yirmi dakika beklemiştim. Demek ki önceki otobüsü yani binmem gereken otobüsü kaçırmıştım.

Şoföre ineceğim durağın adını söyledim. Geldiğimizde bana söyler miydi? Söyleyecekti. Şoförün arkasındaki koltuğa oturdum. Bir yandan pencereden dışarı bakıyor, diğer yandan da duraklarda binen yolcuları izliyordum. Yüzleri asık yaşlılar, orta yaşlılar,  kucaklarında uyuklayan küçük çocuklu kadınlar… Daha sonra onların hastaneden döndüklerini öğrenecektim.

Otobüs durmadan gidiyordu. Tam iki defa şoföre geldik mi, daha çok var mı, diye sordum. Daha çok var, diyordu. Uzun süre evlerin olmadığı boş arazili yollardan gittik. Ben nereye gidiyordum? Yanlış otobüs olmalıydı.

Sonunda şoför gelecek durakta ineceğimi söyledi. Afalladım. Etrafta ev göremiyordum. Okulun bu boş arazi üzerinde ne işi olabilirdi ki? Okul görünmüyor, dedim şoföre. O da bana adresi doğru söylüyorsam bu durakta inmem gerektiğini söyledi. İndim. İndiğim durağın arkasındaki boş araziye baktım. Uçsuz bucaksız görünüyordu. Havada tezek kokusu vardı. Ama hiç hayvan görünmüyordu. Yolun karşısına geçmem gerekiyordu. Otoban olduğu için arabalara dikkat etmem gerekiyordu. Koşarak karşıya geçtim. Yokuşu çıkmaya başladım. Yol topraktı. Sokakta kimse yoktu. İlk gördüğüm ev de bahçeli şirin tek katlıydı. Bahçede birisini görmeyi diledim. Yoktu. Bu evin biraz ilerisinde de dört katlı bina vardı. başımı kaldırdım baktım. Pencerelerde de balkonlarda da kimse görünmüyordu. Önünden geçerken arkamdan şak diye bir ses işittim. Arkama dönüp baktım, çaydanlık   boşaltılmış olmalıydı. Çay öbeği görünüyordu. Az daha başımdan aşağıya dökülecekti. Balkonlara baktım, kimse görünmedi.

Bu iki evin ardından tek tük evler görünmeye başladı. İleride ilk gördüğüm bir caminin minaresi oldu. Yanlış gelmemiştim demek ki. Çünkü benim çocukluğumdaki okul caminin yanındaydı. Kendi okulum gibi bir okul bulacağımı düşünerek camiye doğru yürüdüm.

Çocukluğumu anımsadım. Yaşadığım mahalleyi, sokakları… Bir bakkalın önünden geçiyordum ki bisküvi almak için içeri girdim. Raflar boştu. Bisküvi var mı diye sormam gerekti. Bana bir yeri parmağıyla gösterdi. Üç çeşit bisküvi. Birini seçtim. Parasını öderken, siz öğretmen misiniz, diye sordu. Evet, dedim. Göreve yeni başladım.

Yürümeye devam ettim. Sonunda okulu gördüm. Durdum. Binaya baktım. Yüzümün aldığı şekilleri görmesem de tahmin edebiliyordum. Her yer buğulanmıştı.

Alçak duvarlarla çevrili bahçeye girdim. Kocaman mavi kapıya yöneldim. İçeri adım atmadan önce durdum. Tuvaletler dışarıdaydı ve kokular yayılıyordu. Okul binasının yan tarafında da kömürlük vardı. Mavi kapı düşündüğüm gibi değildi, büyük demir bir kapıydı. Yer yer boyaları dökülmüştü. Kafam karma karışık, birçok düşüncelerle içeri girdim. Zil çaldı. Çocuklar koşarak bahçeye çıktı. Çocuklardan birine müdürün odasını sordum. Üst katta dedi. Okul iki katlıydı. Alt kat pencerelerinde demir parmaklıklar vardı. Çocuklar bana bakıyor, parmaklarıyla birbirlerine beni gösteriyorlar, aralarında gülüyorlardı.

Merdivenleri çıkarken başımı eğmem gerekiyordu ama geçebileceğimi düşündüm. Geçemeyeceğim kadar alçak olması olanaksız ve mantık dışıydı. Başımı çarptım. Yukarı çıktım. Koridora yöneldim. Öğretmenlerin seslerini işittim. Öğretmenler odası olmalıydı. Kapıdan içeri girdim. Herkes bana baktı. Kim olduğumu söylemeden önce kime baktınız diye sordu bir erkek öğretmen. Yeni atandığımı söyledim. Müdürün odası…

Müdür beyin odasının kapısı açıktı. Açık kapıyı tıklattım. İçeri girdim. Masanın yanındaki iki koltukta iki kişi oturuyordu. Müdür onlarla konuşuyordu. Beni görünce içeri girmemi söyledi. Kendimi tanıttım. Müdür de beni göreve yeni başlayan genç öğretmenle tanıştırdı. Genç kadın öğretmenin yanındaki erkek de babasıymış. Ben de bir koltuğa aslında sandalye, oturdum. İki kişi kalktı. Yaşlı erkek kızım size emanet diyerek ayrıldı odadan. Şaşırmıştım. İşe yeni başlayan biri nasıl oluyor da yalnız gelemiyordu da babasıyla geliyordu?

Müdürle ben kaldık odada. Müdür bey bana sınıf kalmadığını ama hemen bir sınıf ayarlayacağını söyledi. Bu nasıl olacaktı? Dördüncü sınıflardan öğrenci alınacaktı. Öğretmenler odasının yanındaki oda zaten hazırlanmış, sıralar ve masalar yerleştirilmişti. Masasından kalktı, bir öğrenciyi çağırdı. Ondan, Davut öğretmenin sınıfına gitmesini ve müdürün çağırdığını söylemesini istedi.

Çok geçmeden Davut öğretmen geldi. Görev verildi. Dördüncü sınıflardan öğrencileri toplamasını ve yeni sınıfa alınmasını söyledi. Kendi sınıfından da beş öğrenciyi gönderecekti. Ayrıca benim danışmanım olmanı istedi.

Öğretmenler odasında bekledim. Öğretmenlerle tanıştım ama benimle pek konuşmadılar. Dördüncü sınıf öğretmenleri de… Üçüncü ders için herkes sınıflarına gitti. Ben de müdür yardımcısının eşliğinde sınıfa girdim. Çocuklarla beni tanıştıracaktı. Sınıfa girdik. Çocuklar yeni öğretmeninizle sizi tanıştırayım, dedikten sonra adımı söyledi. Sonra bana dönerek, sınıf hazır öğretmenim dedi ve çıktı. Şimdi ben ne yapacaktım?

Kendimi tanıttım yeniden. Ama mezun olduğum okulu ve gerçek mesleğimi söylemedim. Onların da kendilerini tanıtmalarını istedim. Sonra…

Zil çalınca sınıftan çıktım. Öğretmenler odasına girmek istemiyordum. Buğulu her yer buğulu. Benim çocukluğum gibi değil buradaki çocukluk; yıllar öncesinde kalsa da burada  çok geride her şey. Yapabileceğim tek şey sınıfa girerken dudaklarıma kocaman bir gülüş kondurmam. Sanırım eksik gülüşlerim o günlerden kalma, dudak kenarlarında derin izler bırakmış.

Sınıfta neler oldu? Yalnız kaldığımda, kendimi tanıtıp onların da kendilerini tanıtmalarını istedikçe gülüşlerim hep gerginleşiyordu. Yüzler hiçbir şeyi saklamaz. Tüm çizgiler bir zaman gelir, sana ait olup çıkar.

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*