BİR
Olayları gerçek hayattaki gibi aktarmak, alışıldığın dışına çıkamamak gibi. Biraz hüzün, biraz eksiklik duygusu, yaşanmamışlık… Hiçbir zaman tamamlanmayacaktı aslında. Her zaman eksiklik hissedilecekti. Hep düşlenecek, arzulanacaktı. Tekrar tekrar yaşanmasına izin verilse belki de ölünceye kadar tamamlanmayacaktı. Sonu olmayan bir döngü.
Gülümseyerek yazmaya çalışacağım. Dişlerimi de gösteririm belki. Bir pop yıldızı gibi ışıltılı gözlerle duvarları tuğla kırmızısı bırakılmış tek katlı ya da ikinci katları kaç yıldır yapım aşamasında kalmış toprak sokakların ortasında gülerim. Gözyaşlarımı şemsiyesiz dolaştığım yağmurlu sokaklara saklarım.
Üzerime bol gelen, boyu bileklerime kadar uzanan siyah bir etek giymişim. Siyah çoraplar, kalın; ince bacaklarıma bol gelen, anneannemin çorapları gibi duran. Siyah topuksuz ayakkabılar. Üzerime yine bol bir gömlek geçirmişim. Etrafımda beyaz yakalı mavi önlüklü çocuklar. Ortamızda beyaz bir top, benim aldığım.
“Poz verin. Çekiyorum. Peyniiiiir!”
Çocukların ortasındayım. Makyajlıyım, gözlerimde kalem, dudaklarımda ruj, o kadar.
Burada çalışmaya nasıl başladım? İşte bunu düşündüğümde, yazmamak için hasta oluyorum. Gözlerim kapanıyor, algılarım kapanıyor. İlk üç günü hatırlıyorum. İki gün yataktan kalkamamış, üçüncü gün işe başlamak zorunda kalmıştım. Hastalığım psikolojikti, ama iyi yatırmıştı.
Gülerek okulun mavi demir kapısından girdim, diyerek başlamak isterdim. Elbette öyle olmadı. Ama sınıf kapısından içeri girerken gülümsemeyi kısa zamanda öğrendim. Sonra başka şeyler de öğrendim. Ne iyi bir konuşmacıydım ne de iyi bir oyuncu. Hepsinde de başarısızdım. Sesim iyi değildi, şarkı söylemek için, hikaye bile anlatamazdım. Çocukları hiç de tanımazdım. En iyi tanıdığım çocuk bendim. Ama dinlediğim hikayeleri, masalları bile unutmuştum. Ben ne anlatacaktım?
“Önce sınıftaki çocuklarla tanışırsın. Yazı yazdır, toplama çıkarma yaptır. Ne bildiklerini öğren. Sonra kitaplarını açmalarını söylersin…”
Kitap denilince iş kolaylaşıyor. Ben her şeyi kitaplardan öğrendim. Kitap okumayı hep sevdim. Sevdiğim kitapların etkisinden uzun süre kurtulamam. Keşke benim gibi biri için de bir kitap olsa ve öğrensem…
Her hafta sonu kitapçılara gider, kitaplar arardım. Arka kapaklarını okurdum. Yok. Bilinmeyen bir öğretmenin romanı yok. Günlükleri de yok. Bulamıyorum.
Sonunda buldum. İçinde eğitim ve pedagoji geçen kelimeler. Özgür Eğitim. Zorunlu Eğitime Hayır. Ezilenlerin Pedagojisi.
Bunları okurken, bana Açık Öğretim kitapları verildi. Onları okumaya çok çalıştım ama okuyamadım. Anlamıyordum. Nasıl olur da bu kadar kesin ve net olabiliyor, soru sormamı engelliyordu? Nasıl yazılıyordu böyle kitaplar? Öğrenilmeyecek ezberlenecek kitaplardı.
Başka kitaplar da aldım. Ama onlar benim hayatıma çok fazla dokunmadan, bir alev gibi yalayıp geçti. Okuduklarım da neredeyse gülmeyi unutacaktım. Neyse ki çocuklar vardı. Onlara bakıp gülünce gözlerimin içi gülüyordu, bunu biliyorum çünkü onların da gözlerinin içi gülüyordu.
Hâlâ ilk üç günümü anlatmaya başlamadım. Çocuklar yanımda olsaydı belki daha rahat anlatırdım. Küçük çocukların anlayacağı şekilde ve gülerek.
“Kocaman bir kapı vardı, koskocaman ve masmavi. Kapı demirdendi çünkü akşam olunca kimse içeri girmesin istenirdi. Siz sorabilirsiniz elbette. Kim girmek ister ki? Mavi kapıyı gıcırdata gıcırdata açacak, üst kata çıkmak için dar merdivenleri çıkarken başını çarpmamak için çokça eğilecek, üste kata çıkacak…” diyorum.
“Öğretmenim neden alt kata bakmadan üst kata çıktı?”
“Neden olacak, alt katta hiçbir şey yok. Pencere bile yok.”
“Yok canım, abarttın. Pencere var. Üstelik onlar da demir parmaklıklı” diyorum.
“Yok ki. 2/A’nın penceresi yok.”
“Ama diğerinde var.”
“Bir tane pencere. Toprağın altında kalmış.”
“Şimdi alt katı bırakalım da üst kata çıkalım. Üst kata çıktı…” diyorum.
“Okula neden girdi? Ne yapacak? Alınacak bir şey yok.”
“Paramız da yok.”
“Tamam boş verin. İçeri giren girdiği gibi çıksın” diyorum.
“Ama ona iyi bir ders verelim. İçeri izinsiz girmek neymiş görsün.”
“Ne yapalım?” diye soruyorum.
“Merdivenlerden çıkarken başını eğmesin ve başı betona çarpsın. Canı çok acısın.”
İlk üç günü anlatmamak için elimden gelen her şeyi yapıyorum. Bilgisayar başından kalkıyor, mutfağa geçiyorum. Kendime çay koyuyorum. Tekrar gelip oturuyorum. Çocuklar soruyor? Mesleğe başladığım ilk günümü anlatmamı istiyorlar. Oysa ben sınıfa girişlerimi seviyorum. Çocukları seviyorum. Gülmeyi seviyorum. Onları da güldürmeyi seviyorum.
Kaçış yok. Anlatmam gerekiyor. Tersine anlatıyorum.
“İki katlı okulu görünce ‘Aaa geldim, işte burası” dedim ve içeri girdim. İkinci kata çıkarken, küt. Ne oldu?” diye soruyorum elimle başımı tutuyorum.
“Başınızı çarptınız.”
“Evet. Başımı çarptım” diyorum.
“Öğretmenim canınız acıdı mı? Çok acıdı mı?”
“Önemli değil, geçti. Şimdi basamakları çıkıyorum. Müdür odasını arıyorum. Öğretmenler odasında öğretmenleri görüyorum. İçeri giriyorum. Sonra müdür…”
“Öğretmenim çocukları anlatın.”
“Dur henüz sınıfa girmedim. Müdürün odasına giriyorum. Konuşuyoruz. İçeride bir başka öğretmen var, babasıyla gelmiş. Ona sınıf vermişler. En son ben gelmişim. Bana da bir sınıf açılıyor” diyorum.
“Öğretmenim. Çocuklar…”
“Çocuklar sınıfta beni bekliyor. Ben de sabırsızım, heyecanlıyım. Kapıyı açıyor müdür yardımcısı, benimle içeri giriyor. İşte çocuklar bunlar” diyorum.
“Çocuklar ne yapıyor?”
“Çocuklar bana bakıyor. Gülüyorlar. Yaşasın yeni öğretmenimiz. Üçüncü müyüm yoksa dördüncü öğretmen mi bilmiyorum” diyorum.
“Ama siz öğretmensiniz, her şeyi biliyorsunuz. Neden bunu bilmiyorsunuz?”
“Bilmem. Neden bilmediğimi de bilmiyorum” diyorum.
“Öğretmenin sözünü kesme. Öğretmenim siz devam edin. Öğrencileriniz çok mu çalışkandı?”
“Eveet. Sizin kadar çalışkan değillerdi tabii. Ama çalışkanlardı. Hepsinin yüzü gülüyordu. Hemen derse başlamak için can atıyorlardı” diyorum.
“Ama bu sizin ilk dersiniz.”
“Ne olmuş ilk dersimse?” diye soruyorum.
“Ne yapacağınızı bilmiyorsunuz.”
“Evet ne yapacağımı bilmiyorum. Birisine soru soruyorum, benden daha iyi yanıt veriyor. Diğerine soruyorum o da biliyor. Yerlerinde oturmuşlar beni dinliyorlar” diyorum.
“Öğretmenim yalan söylüyorsunuz.”
“Neresi yalan ki?” diyorum ama aslında hepsi yalan.
“Öğrenciler ders yapmayı sevmez. Hepsi yerinde oturmaz.”
“Peki öyle olsun. Onlarla ilk gün tanışıyorum ve gerçekten de ilk günde onları çok seviyorum”
“Sizin sevmediğiniz çok az şey olmalı.”
“Neyi sevmiyor olabilirim?” diye soruyorum.
“Bizim dışımızda hiçbir şeyi sevmiyorsunuz.”
“Bunu da nereden çıkardın?” diyorum.
“Diğer şeyleri anlatırken yüzünüz asılıyor, hiç gülmüyorsunuz.”
Bir yanıt bırakın