HER YANIM MAVİ -BÖLÜM IV

BÖLÜM IV

      “Mutluluk. Top. Mavi. Safça, çocukça. Kırmızı olsaydı topları? Mavi önlüklerin modası da geçti. Artık forma giyiyorlar. ” 

 

 

“Biz burada mutlu muyuz, yoksa mutlu olmaya mı çalışıyoruz?” diye sormuştu Emre. Hamburger istemişti. Mutluluk onun için, ilk yediği hamburgerin ağzında bıraktığı tattı.

      “O, mutluydu. Sınıftan içeriye girince, mutlu oluyordu. “Mutlu muyuz?..” Nereden çıktı, “Biz burada mutlu muyuz?” sorusu? Ne yapması gerekiyorsa onu yapıyordu.”

      Aynı şeyleri hatırlamıyoruz.

-Öğretmenim, yine aynı yerde mi oturuyorsunuz? Kirada mısınız, diye sordu Aysun.

-Aynı evdeyim.

Onlar da…

“Villada yaşıyorsunuz, biliyorum.”derdi Aysun.  Birkaç yüz metre uzaklıktaki ormanın kenarından başlayıp ormanın içine doğru uzanarak yeşillerin arasında kaybolan küçük kenti anlatırdı; City… “İçeriye girmedim. Bekçi var. Kocaman kapı var. Kapıda bekliyor. Kimseyi almıyor içeri. Ayşe Teyze var. Temizliğe gidiyor. O  anlatıyor. Havuzu var. Oyuncaklar var…” Yasin villaların etrafındaki duvarlara gizli gizli tırmanmayı denemiş. Çok yüksekmiş, çıkamamış duvarın üstüne. Bir ağaca tırmanıp içeriyi gözetlemeye başlamış. “Yasin anlatıyor. Her şey var, diyor.” Kendi evleri nişanlıklı kızlar gibi, kırmızı tuğla örgülü.

Okulun karşısındaki bahçeli evin önünde oynamayın, diyorum çocuklara. Tamam, diyorlar. Yine oynuyorlar. Topları bahçeye kaçıyor. Gelip ağlıyorlar. Gidiyor, kapının önünden sesleniyorum. “Bakar mısınız?” Elinde kalın bir sopayla, kapının önünde beliriyor yaşlı adam. Sonunda kızıyor yaşlı adam. Elindeki sopayı bana doğru sallıyor;“Gel de sen al!” Gider miyim? Adamın bakışları… Kümesten yumurtaları çalınıyordu. Biliyorum. Ahmet alıyor. Bir gün sınıfa yumurtayla gelmişti. Yumurta cebinde kırılınca üstü başı yumurta oldu. Eve gönderdim. Babasıyla birlikte dönüp geldi. “Neden eve gönderdin?” Bunu öğrenmek için gelmiş babası. “Ahmet’in üzerine baktınız mı?” Sapsarıydı önlüğü. “Nereden bulmuş yumurtayı?” Oğluna değil, bana soruyor. Okul bahçesinin etrafında duvar yok ki, teneffüs saatlerinde çocukları bahçede tutabileyim. “Ahmet, söylesene babana.” Hiç konuşmaz Ahmet. İki analığına da ses vermemiş. Babasıyla konuşurmuş yalnız. Yaşlı adam, Yasin’den de  şikâyetçiydi. Meyve ağaçlarına izinsiz çıkıp… “Bu çocukları eğitemiyorsunuz. Başka şeyler de …büyüdüklerinde.”

-Yasin ne yapıyor?

-Ne yaptığı belli değil. Geçenlerde hırsızlıktan içeriye alındığını söylüyorlardı. Hiç değişmedi.

-Saçlarınızı uzatmışsınız.

Birkaç yıl oluyor. Kız öğrencilerin saçları, erkek saçı gibi kısacık kestirilirdi. Saçları kesilen kızlar ağlardı. Ben de kestirince, alıştılar. Yakıştırdılar.

İlk geldiği gün, Muhammed’in  saçlarında makas izleri vardı. Annesi kesmiş. Dalga geçmişti çocuklar. Para vermiş,  berbere göndermiştim. Muhammed, kitap okumayı severdi. “Öğretmenim, kitabın içinde bir gün kendimi bulacağım gibi. Ben, annem, babam ve kardeşlerim. “   Belki bulur diye, ne çok kitap taşıyordum.

Defterler, kitaplar, kalemler, kâğıtlar ve boyalar.  Küften kapkara olmuş duvarlar, rengârenk kâğıtların arkasında kalırdı. Resimler dört mevsimi anlatırdı. Ağaçlar ve çiçekler, çizgiden çocukları, mevsimlerin rengine boyardı. Sınıfın havası, çiçek çiçek kokardı düşleyince… Çizdikleri çocuklar kendileriymiş gibi sevinirlerdi.

Küçükken ne olmak istediklerini  sormamıştım. Artık sorabilirim.

-Nerede okumak istiyorsunuz?

Belki de istemedikleri halde, aldıkları puana göre  tercih yapmak zorunda kalacaklar.

-Edebiyat fakültesine girmek istiyorum. Bu yıl giremezsem, seneye yeniden sınavlara gireceğim, diyor Sevda.

-Resul geliyor, dedi Bahri.

Resul geldi. Okuyacağından, emin olduğum tek öğrencimdi. Konu da açıldı ya, sordum;

-Nerede okumak istiyorsun, Resul?

-Okumuyorum. Liseden ayrıldım. Okuyunca ne olacak? Çalışmaya başladım.

-Liseyi bitirseydin.

Dışarıdan bitirmeyi düşünüyormuş. Babası  işini büyütmüş. Birkaç market daha açmış.

Gözde’nin annesi geliyor. Hiç değişmemiş. Zayıf, kara kuru. Yine aynı; boynunun altından bağlanmış eşarbı. Ağarmış saçları da görünüyor. Sürekli konuşuyor. Sürekli konuşurdu. Hiç susmuyor. Susmazdı. Yıllar içinde neler olduğunu anlatmaya çalışıyor. Oğlunu soruyorum. Oğlunun yıllar önce geçirdiği trafik kazasını anlatıyor. Bir kışlık odun kömür karşılığında, o yıl davacı olmaktan vazgeçmiş. “Keşke hapislerde çürüseydi. Bir sonraki kış odun kömür istedik, donuyoruz dedik. Vermedi. Gerçekten donuyorduk nerdeyse.” diyerek başladı söylenmeye. Her zamanki gibi.

Öznur konuşuyor, konuşuyor.

-Okuldan uzaklaştırma  aldım. Okul kurallarına uymuyormuşum. Başka okula gittim. Orada da sorunlar oldu.

-Hangi okuldasın, Öznur? Gözde sen?.. Gülseren sen?…

İmam Hatip Lisesi’nde… Nurullah da öyle.

-Hatırlıyor musunuz, diye başlıyor her biri.

Onların söylediklerini ben hatırlamıyorum. Benim söylediklerimi de onlar hatırlamıyor. Çoraplar almışım. Çorabı ıslandığı için kaç öğretmen öğrencisine çorap alırmış? Alırlar; ama yetişemezler. Yetiştiremezler. Çok çocukludur aileler. Yağmurlu günlerde, çocuklarının ıslak ayaklarını kalorifer  peteklerine dayayan annelerle yine karşılaşılır.

-Keşke gitmeseydiniz. İki yıl daha kalsaydınız.

-Sizden nasıl ayrıldığımı anımsıyor musunuz? Okulların kapanmasına üç hafta kalmıştı.

Karnelerini ben verecektim. Ama ben, sınıfa girip ayrılacağımı bile söyleyemedim o gün. Yeni okuluma gönderildim.

      “Yeni okulunun müdür yardımcısına evraklarını uzattı. Önündeki masanın üzerindeki  gözlüğü aldı, burnunun ucuna yerleştirdi, yazıyı okudu. “Yazıyı okumadınız mı? Okullar kapandıktan sonra geleceksiniz.” dedi.  “Okudular.” “Öyleyse sizi neden gönderdiler?” Döndü, okula. Ona bir açıklama da bulunmadan, “Sınıfa birlikte girelim. Açıklamayı ben yapacağım.” dedi çok sevdiği eski  müdür yardımcısı. “Çocuklar, siz çok  üzüldüğünüz için öğretmeninizi geri çağırdık.””

-Yalnız siz ve ben…

Tahtanın önündeydim, etrafımı sarmışlardı. Belime sarılmışlardı. Ellerimi tutuyorlardı, hiç bırakmayacaklarını düşledikleri elleri.  Çocuktular. İçleri  sevgi doluydu. Birkaç ders boş geçmişti ya, bana hemen mektup yazmışlardı.  Mektuplarını verdiler. “Canım annem.” diye son buluyordu mektupların çoğu.

-Hiç değişmemişsiniz; ama yaşlanmışsınız, dedi Resul.

-Yaşlanmasaydım, bugün sizi büyümüş göremezdim, dedim gülerek. Baktım. Kocaman olmuş, iri yarı. Bir de göbeklenmişti bile.

Masada bıraktık çocukluğumuzu.

-Kalkalım, dedim. Saat geç oldu.

Kasaya gidiyorum. Hesap ödenmiş. Resul ödemiş. Kuru pastaları paket yaptırdım. Paketi, Gözde’nin annesine verdim. Teşekkür etti.

Bir “ben”, bir de  “onlar” varmış. Mavi kapıdan dışarı çıkmamışız. Çocuk kitapları yazarlarıyla mektuplaşmışız. Başka dünyalar varmış. Masallar, öyküler ve romanlarda geçen. Mavi kapımızdan içeriye uzanmış başka hayatlar. Düş gibiymiş. Ankara’dan, İzmir’den mektup arkadaşlarımız varmış. Sınıftan dışarı çıkmayan yazılar yazmışız. Bir kitap gibi  dosya yapmış; “Küçük Yazarlar ve Ressamlar.”  adını koymuşlar.  Onlar hep sınıftaymış?.. Ben hep sınıftaymışım?.. Sen?.. Sınıfın kapısı, mavi göğün altına açılırmış. Gökyüzü, otların büyüdüğü, böceklerin uçtuğu nadasa bırakılmış arazilerin üzerine, mavi yorgan gibi uzanırmış. Gökyüzü aynı gökyüzüymüş,  altındaymışız hepimiz; ama farklıymış yeryüzü.”

-Fotoğraf makinemi getirdim. Fotoğrafımız olsun, değil mi? Yıllar sonra bir araya geldik. Bir daha kim bilir?…

Kolsuz yeleğimi giyiyorum.

-Üşüdünüz mü?

-Yok, değil.

Yaşlı görünmeliyim. Önlerindeyim. Dokuz kişiler. Altı kız, üç erkek.

Baktım. Gülümsedim.  Boyu boyumu geçmiş Öznur’un ve Gözde’nin, rengarenk başları eğildi, başıma. Sağımdan ve solumdan. Diğerleri de onların yanında, gökyüzüne mi bakıyorlar ne? Saçlarımı arkaya attım, güneş gözlüklerimi çıkardım. Onlarla birlikte bakıyorum.

“Benim yazdıklarımı silmeliymiş. Dur bekle! Törpülenmesi mi?… Bekle!”

Bulutlar üzerimizden geçiyor.

Otuz beş dakika uzaklıktaki denizi anlatırdım. Sorarlardı.

      -Deniz ne renk?

      -Mavi.

      -Neden mavi?

      -Denizin kızları gökyüzünün rengini giyinmeyi sever. Bu yüzden mavi.

Bulutlar…  Soyunmuş yüzüyor bulutlar. Çocuk saflığında beyaz, bembeyaz.

      -Denizin kızları?…

      -Anlatıyorum işte.  

Mavi Kapı’yı yazmayacağım. O, Sevda’mın öyküsü.

Objektife baktım.  Flaş patlamadı. Güneş vardı.

 

 

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*