MEKTUPLAR -7-
5 Ağustos 2018
Sevgili Lili,
Sen çık gel, dedim. Çıkıp geldin, parka gittik. Önümüzde uzanan ağaçları izlerken güneş bir görünüp bir kaçıyordu bulutların arasından. Çay bahçesi kalabalıktı. Hava sıcaktı, ara sıra esen rüzgârı bekliyorduk. Sana yazdığım son mektubu verdim. Mektubu bitirince, senin de bana yazmanı istedim. Belki sen de yazarsın.
Sana bir kitap da getirmiştim. Sen, kitabın Birinci Mektup bölümünü okuduktan sonra sohbetimiz değişti.
*
Kitabı birkaç kadın arkadaşıma önermiştim. Etkilenmişler. Çok katmanlı, zengin bir anlatı diyorum ben. Herkes farklı paragraflarda farklı cümlelerin altını çizdi. Neleri anımsattıklarını konuştuk. Anlatılmayanlar anlatıldı; paylaştıkça azalır deniyor ama hiç de öyle değil. Her arkadaşımın anlatmak istediği ama anlatmadıkları hikâyeler bunlar. Bizimle birlikte gömülecek geçmiş. Tanık olan gençler de kendilerince suçlayacak bizler. İşte canım her kadının ayrı bir hikâyesi var. Belki sonra anlatırım, dedi birimiz.
*
Kadıköy’e gittim. Üç kişiydik, iskelenin üzerindeki kafede oturduk. Birlikte okuduk kitaptaki iki mektubu. Bilmediklerimi öğrendim. Bildiklerimi paylaştım. İyi bir okur değiliz anlaşılan ama yazar anlatırken bize anlatıyor olmalıydı. Kadınlar.
Zaman hızla akıp geçti. İskeleye yaklaşan vapurların üzerinde uçuyordu martılar. Dalgalar kıyıya vurdu. Güneşin batım zamanı geldiğinde, batışını izledik kızıl bulutlar arasında. Kentin ışıkları yandı. Biz hâlâ oturuyorduk.
Kitaplar adını koyamadığımız duygulara ses oluyor. Anlatamadıklarımızı anlatmak, doğru sözdizimlerini kurmak kitaplara kalıyor. Gerçekler ile kurduğumuz aramızdaki bağlar gittikçe zayıflıyor mu, ne dersin?
Yazmak, yazarak anlatmak istiyor bir arkadaşımız ama anlatmıyor. Oysa aramızda hiç fark yok. Yani ilk yıllarımızda yaşadıklarımız bizim dışımızda gelişmişti. Karar vermek bize düşmezdi. Sonra aldığımız kararlar ise başkalarının istedikleri doğrultusunda oldu. Sonra sonra anladık ki aldatılmışız. Hiçbir zaman geri dönüşleri daha iyiye doğru olmamış.
Yavaş yavaş silkeliyoruz üzerimizdeki geleneklerin kabuklarını. Kabuklarını diyorum çünkü gerçekten kabuk bağlamış. İstemediğimiz ne varsa üzerimizden atmak. Geriye ne kalacağını bilmek isterdim. Ben. Öyle mi dersin?
Eve geç döndüm. Sokak kapısını açınca Emo çıktı salondan, gözleri kapalı beni karşıladı, miyavladı. Son günlerde geç geliyorum ya hiç alışık olmadığı bir durum. Ona mama verdim. Başını okşadım. Müziği açtım. Akşam olunca yanımdan hiç ayrılmıyor, korkuyor olmasından endişeleniyorum. Ona korkuyu öğretmemeyi isterdim. Korkuyorum ama ondan bunu saklıyorum. Anlıyor mu, dersin?
*
İki gece üst üste aynı rüyayı gördüm. Sözdizimleriyle uğraşıyordum. Beni havalandıran ayaklarımı yerden kesen, uçuran sözdizimleri kuruyordum. Uçuyordum. Heyecan vericiydi. Kalkıp yazmak istedimse de ayaklarımı yere basmaktan çekindim. Belki bir gün uyanıkken bu sözdizimleri aklıma gelir, sana yazarım.
Okuyorum. Düşler yazıldıkça gerçekleşiyor.
İşte bu.
Sevgiler.
Bir yanıt bırakın