YARATICI OKUMAK YAZMAK  16 Temmuz 2024 / Salı

 

YARATICI OKUMAK YAZMAK  16 Temmuz 2024 / Salı

Pazartesi

Bugünkü ders güzel geçti. “Kapı” ve “Parasız Yatılı” öyküleri incelendi. Daha dikkatli dinlemek için notlar aldım. İki hafta sonra bizim yazdığımız öyküler okunacak. Ben de düşünmüştüm ki postmodern edebiyata giriş yapacağız. Bu bir başka atölyede verilecekmiş ve üç ay sonra açılacakmış.  Of ya üç ay sonra… Okuyarak öğrenecek çok şey var. Kolay bir iş değilmiş, iyi okur olmak. Bugün kendimi yorgun hissediyorum. Umudum olsaydı bu gece bir öykü yazmayı deneyebilirdim ama umudum yok.

Akşamüzeri editörümle buluşmuştuk. Bir yerde yemek yedikten sonra parka gittik.  Ondan çok güzel bir hikâye dinledim. Bunu yazmalı, dedim. Yok, iki gündür keyfim yok. Ne yazayım? Gün içinde değişen duygularımı mı? İnişler, çıkışlar ve şimdiki yorgunluk. Günü yorgun bitirmek güzeldir.

Yazamamamın nedenini sanırım buldum. İki usta yazarın öykülerine derin bir okuma yaptık ya; üzerimde bıraktığı etki henüz geçmemiş olmalı ki yazamıyor, okuyamıyorum.  Evet kafamda dönüp dolanıyor ustaların öyküleri. Bir şeyler yapmalıyım.

“…kurguyu gerçeklikle karıştırmamak önemlidir. Shakespeare’in oyunlarından The Tempest’ın (Fırtına) kahramanı Prospero, oyunun sonunda oyuncuları bu hataya düşmemeleri için uyarır; ancak bunu, sanatı gerçek dünyayla karıştırmanın, sanatı bu dünya üzerindeki etkilerini azaltabileceğini ima edecek şekilde yapar.” S.16

“…Prospero  “büyümüzle” sihirli adada mahsur kalma tehlikesinden bahseder, burada kastettiği, izleyicinin bir süredir tadını çıkardığı fanteziye veda etmedeki gönülsüzlüğüdür. Oysa izleyiciler ellerini çırpmalı ve izleyicilerin yaratıcı kurgusuna sımsıkı bağlandığından hareket edemediğini ima eden Prospero’yu özgür bırakmalıdır.” S.17

“İzleyiciler ellerini çırpıp salondan ayrılarak gerçek dünyaya dönmedikçe, oyunun onlara ifşa ettiği her ne ise onu gerçek hayatta değerlendiremeyeceklerdir. Oyunun sihrini gösterebilmesi için büyünün bozulması gerekir. Bir zamanlar büyülerin sesle bozulduğuna inanılırdı.” S.17  (Edebiyat Nasıl Okunur/ Terry  Eagleton)

 

16 Temmuz 2024 / Salı

Berbat bir hava var. Ter içindeyim.

Haberleri okuyor, daha çok terliyorum. Öyküm için bir malzeme arıyorum. Üçüncü sayfa haberleri her zaman olduğu gibi, ölümlerde bir azalma yok. Kadın öyküleri okumam, yazmam kadar  onları anlıyor olmam da sonuçlarını değiştirmiyor. Artık bu durum öyküleri aşan bir durum. Hep yazıldı, hep yazılıyor… Başka şeyler de var hayatımızda ama ne? Bunların da yazılmasını öyle çok istiyorum ki, herkes yazmalı. Güzel ilişkiler, sohbetler, dostluklar, hoşgörüler… Umutla okumaya öyle çok ihtiyacım var ki.

Editörümle buluştuk. İkimiz de açtık. Küçük bir lokantaya oturduk. Yemeğimiz bitmişti ki bütün masalar doldu. Edebiyat üzerine konuşmaya başlayacaktık ama… Üç kişi girdi içeriye, onlara yer vermek için hemen kalktık. Parka doğru yürürken küçük işletmelere baktık. Bugün tatildi yani kapalıydı hepsi. Yarın için hazırlık yapılıyordu. Masalar yıkanıyor, çiçekler sulanıyordu. Mutfaklarında ışıklar yanıyordu.

Parkın kafesinde güzel bir masa boş duruyordu. Yerimizi çok sevdik. Çay aldık. Son dosyam üzerine konuşmaya başladık.

“Dosya fena değil,” dediğinde gülümsedim. Yine müthiş bir şey yakalayamamışım. “Bölümler hep aynı şekilde bitiyor. Yokuş çıkıyor, köpek onu izliyor…” Çok güzel bir tespit. Bunu özellikle yaptım. Çünkü rutin bir hayatın olduğunu da anlatmaya çalışıyorum. Güzel anlar var, onu da yakalayabilene aşk olsun. “Hıım, çok mu sıkıcı?” “Evet öyle biraz.” “Ne yapabilirim?” “Eve dönüşlerini kaldırabilirsin. Bu senin hikâye, nasıl istersen…” “Yok, kaldırmayalım.” Gülümsedi. “Ben öyle istiyorum,” dedim güldüm. “Ne oldu?” diye sordu. “Tahmin et…” Biraz düşündü. Ama bulamadı. “Bunu sana hep yapıyorum ve sen bir şey söylemiyorsun. Teşekkür ederim canım. Bana sabırla yıllarca emek verdin. Geç öğrendim ama yılmadın. Tekrar tekrar anlattın.” “Rica ederim,” dedikten sonra “Bir yerde yine aynı hatayı yapmışsın,” dedi. “Söylediğini anımsıyorum, özür dilerim; teşekkür ederim,” dedim ve not aldım.

“Editörlük nasıl gidiyor?”

“Son aldığım dört dosyayı dün teslim ettim. Önerilerimin ne kadarı ciddiye alınacak bilemiyorum artık. Sonuçta dosya onların dosyaları.”

“Ben seni çok yordum değil mi?”

“Eh… Bu iş yorucu zaten. Bunu bilerek yapıyorum. Sen şu aralar yeni bir dosya üzerinde çalışmıyorsun sanırım.”

“Yok, çalışmıyorum. Olsa seninle paylaşırdım. Okur yolculuğuna takıldım kaldım. Resmen takıntı yaptım.”

“Takıntılı biri olduğunu hiç düşünmemiştim.”

“Ben de… Günlüklerimi  nasıl buluyorsun?”

“Yazılarında noktalama hataları daha az çıkıyor. Fakat cümlelerinde anlatım bozukluğu arttı.”

“Anlıyorum. Dikkat edeceğim.”

“Bence sen yazdıktan sonra yazdıklarını okumuyorsun. Oysa birkaç kez okusan ve düzeltmeler yapsan… Okurunu kaybedebilirsin.”

Ben bir şey söylemeyince  “Ben kime diyorum ki,” dedi.

Kısa bir değerlendirmenin ardından iş sorunlarını konuşmaya başladık. Anlattıklarını dinlerken başımı öne eğiyordum. Türk Dil Kurumu’nun Yazım Kuralları’na göre yazılması gerektiğini herkese söylüyormuş. Yine de zaman zaman yazar, kendisinin kullandığı şekilde kalmasında ısrar ediyormuş. “Bu benim!” dedim gülerek. “Abartıyorsun. Kendine haksızlık yapma. Sen sadece gereksiz paragrafları çıkarmamakta direniyorsun.” “Aaaaa, bunu da mı çok yapıyorum?” “Eh işte… Geçenlerde bir yere  virgül koydurabilmem yirmi dakikamı aldı.”  “Ben de editörlük yaparım diye düşünüyordum ama zormuş.” “Dene bence. Benim nelerle uğraştığımı görürsün.”

“Bu aralar hangi kitapları okuyorsun?” diye sordum.

“Dosyalar çok zamanımı aldı. Okumaya zaman ayıramadım. Sen neler okuyorsun?”

Okuduklarım katıldığım atölyelerin, kulüplerin seçtikleri kitaplardı. Diğerleri yani denemeler, incelemeler, makaleler de pek ağır ilerliyor. Okurken anlıyorum, örnekler veriyorum ama bunları pratiğe dönüştüremiyorum. “Daha ağır okumaya karar verdim,” dedim.

“Yazma atölyesinde neler yapıyorsunuz?” diye sordu.

Usta yazarlardan dört öykü ele alındı ve incelendi, çözümlendi. Klasik ve modern öyküler üzerinde duruldu. “Senin beğendiğin öyküyü gönderdim. Bakalım herkes ne diyecek?” “Ne zaman okunacak?” diye sordu. “İki hafta sonra. Herkes ne yazacak, merak ediyorum. Kendi yaşadıklarından mı yola çıkacaklar, nasıl anlatacaklar… Çok heyecanlıyım.”

“Fazla heyecanlanma.”

“Neden?” diye sordum.

“Hepiniz aynı şeyleri yazacaksınız. Anılar ve üçüncü sayfa haberleri…”

“Daha neler,” diyerek güldüm ama sonra ciddi ciddi düşündüm. “O zaman ben de yeni bir öykü yazmalıyım.”

“Ne olabilir ki?”

“Seni… Bugünün hikâyesini…”

Öykünün burada bitmesi gerektiği için yazıya da son veriyorum. Oysa yazılacak çok şey var.

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*