YARATICI OKUMAK YAZMAK 07 Ağustos 2024 / Çarşamba
Dört kadın yemeğe gittik. Hava serin. Püfür püfür bir hava. Karanlık yeni bastırmış. İçerisinin loş ışığı altında hoş sohbet ediyoruz. Aylık ya da haftalık iyilik haberlerimiz. İyi değiliz ama çaktırmıyoruz. Anlamamış gibi yapıyoruz. Bu işi yapmayı iyi öğrendik. Geçenlerde Maltepe bir Megastar’ı ağırladı. Ben geç haber verdiğim için gidemediklerinden üzülmüşler. Ben de üzüldüm. Ada yaşantısından konuştuk. Ada denilince akla bağ ve şarap geldi. Arkadaşımızın bağı vardı ve kendi şaraplarını kendileri yapıyordu. “Eylülde birlikte içeriz,” dedi. Diğer arkadaşımız da Antalya tatilinden konuştu. O zaten hep şehir dışındadır. Editörüm de gelecek haziranda Güney Afrika’ya düzenlenen tura katılacakmış; ödemeleri eylül ayında başlayacakmış.
Yüz elli liraya çanta olur mu bu dönemde? Olurmuş demek ki, içi astarlı ve fermuarlı güzel bir kumaş çanta, tam yazlık. Çakmaymış. Üç bin, dedi ama ben sekizden aşağıya olmaz, dedim. Baktı internetten yirmi üç. İndirim günlerindeyiz, geç kalırsak iyi ürün kalmaz. Aman ihtiyacımız mı var sanki. “Kaç yıldır bir şey almadım.” “Ben aldım yine. Kitaplarım kargoyla geldi,” diyerek gülüyorum. “Antik Çağda Bağ ve Şarap kitabını alacaktın aldın mı?” “Yooo almadım. Unuttum.” “Ben şimdi okuyamayacağım. Vereyim istersen, önce sen oku.” “Yarın gidiyorum ama,” dedi. Editörüm araya girdi. “Bana da kitap getirecekti ama getirmedi. Buradan kalkınca birlikte yürürüz, eve uğrar kitapları indirirsin,” dedi. Olur, dedim. “Sana hangi kitabı verecek?” “Miras,” dedi editörüm “Anlata anlata bitiremedi.” “Güzel mi? Ne anlatıyor?” Editörümle bakıştık. Söyleyeyim mi, diye sordum. “Söyleme,” dedi. “Söyleyelim, konusunu bilmek okumaya engel olmuyor. Kitabın ilk sayfasında bir şeyler olacağını seziyorsun zaten. Haydi sen anlat,” dedim. Kitap hakkında konuştuk. “Bence okumalısın,” dedim. “Okuduğu her kitabı çok beğendiğini söylüyor. Önce ben okuyayım sana söylerim,” dedi editörüm ve aralarında gizli bir anlaşma yaptılar; ben de hiç anlamadım😊.
Arkadaşın torunları gelecek. Fotoğraflarına baktık. Onlarla birkaç hafta tatil planı yapmış. Öyle heyecanlı ve mutlu ki.
Ekonomi ekonomi… Uzağımızda büyük ekran televizyonda haberler yer alıyor. Sesini işitmiyoruz ama büyük harflerle yapılan alt yazıyı okuyabiliyoruz. “İran saat 04:00 da saldıracak mı?” Savaş savaş savaş… Çaylarımızı içiyoruz. İnstagram hâlâ açılmadı. Biz iyi ve doğru kullanıcılar olmadığımız için kaç gündür kapalı olduğunu bilemedik. Haberler haberler haberler… Ekonomi. Borsa ne durumda? Aramızdan iki kişi borsada. Yedi bin beş yüz birisinin, diğerinin de dört bin… “Euro alın, daha iyi,” dedim. “Neden?” “Yine arttı işte.” “Dolar otuz altı lira olacakmış yıl sonunda,” dedi editörüm. “O da bir şey mi? Euro yüz lira olarak.” Arkadaşım bana baktı, birçok açıklama yaptı olamayacağı hakkında. Asgari ücreti anımsattı, aldığımız maaşları ve temmuz ayında yapılan zam oranları anımsandı. Ben gayet ciddiyim, “Kimin umurun da,” dedim ve birkaç cümle daha kurdum. “Sen nereden biliyorsun? Nerden duydun ya da okudun?” diye sordu. Ne okumuştum ne de duymuştum; güldüm. Editörüm araya girdi. “Seninle iddiaya girelim. Yüz lira olursa sana Adana ısmarlayacağım. Olmazsa sen ısmarlayacaksın.” Elbette gülüyorum. “Öyle bir söyledin ki ben de bir şey biliyorsun sanmıştım,” dedikten sonra “Bize de ısmarla,” deyince, üç kişiye Adana ısmarlayacağımı anladım. “İyi,” dedim. “Ne zaman diyorsun şimdi?” “Ocak demişti. Bir ocak.” “Hayır on beş ocak olsun.” “İyi öyle olsun,” dediler. “Aslında altmış lira bekliyorum ama işte yüz çıktı ağzımdan.” “Öyle inandırıcıydın ki anlamadım gitti,” dedi arkadaş. “Ee ne de olsa yazarım,” dedim güldüm. “Adana afiyetle yenilecek arkadaşlar,” dedi. “Tatlı da isteriz,” dedi arkadaş. “Yok tatlı sizden,” dedim. Fiyat listesinde fiyatları görmüştüm. Kabul ettiler, tatlı da bizden olsun, dedi editörüm. Bunun üzerine birer çay daha içip kalktık. Ne tuhaf çocuklar gibiydik. Televizyon ekranındaki görüntüler ve bizim düş dünyamız. Yoksa tersi mi? “Parkta oturmak ister misiniz?” diye sordu editörüm. Ayrılmaya karar verdik. Benim evin yolunu tuttuk.
Kara bir kedi duvarın üzerinde oturuyordu. Yaklaştım ona. “Ne şirinsin sen. Seni eve götüreyim mi?” “Kiminle konuşuyor?” “Bu aralar siyah kedilere taktı arkadaş, evine götürecek.” “Kulakları küçük.” “Yani…” “Cins kedi olabilir ya da kırma… Sokağa bırakılmış da olabilir. Çok şirin ya.” Kediyi bırakıp peşlerinden koştum.
Evin önüne geldik. Yukarıya çıkmayı kabul etmediler. Aşağıdaki banklarda oturup beni beklediler. Kitapları aldım ve onlara verdim. Ben İstanbul’dan ayrılmadan önce editörümle görüşebiliriz. Aslında haftaya küçük bir tur gezisi var.
Eve çıktım. Kapı kilitli değildi. İçeri girdim. Merhaba, dedim. İki kara kedi bana baktı. Oğlum çalışma odasından seslendi. “Elli euroya ihtiyacım var,” dedim. “Ne yapacaksın?” “Borsada kaybettim, diye düşün.” Daha sonra ona girdiğim iddiayı anlattım. “Şimdiden parayı ayırmalı, bakalım bugün yeten elli euro, ocak on beşinde yetecek mi?” Bir şeyler söyledi ama anlamadım, çünkü anlamamak iyiydi. Böyle saçma bir şeyi nasıl düşündüğümü söylüyordu. Ben de gülüyordum. Yaşlılık belirtileri diyordum, alışmalıyız. “Savaş çıkar mı?” diye sordum ona. “Birazdan arkadaşlarım gelecek,” dedi. Telefonu çaldı. Aşağıdalarmış. Çok geçmeden de kapı zili çaldı.
Bitti.
Bir yanıt bırakın