UZAK GÜNLÜKLER 18 Eylül 2023/Pazartesi
Yine uzak günlerden bugüne bir yolculuk yaptım. Uzun yılları iki paragrafta özetledim. İlk defa böyle düşünmüştüm. İlk defa…
2003 yılından 2009 yılları arasında bipolar olarak tedavi görmeye başlamıştım. İç dünyamın dışında, dışsal yaşamımda yaşadığım psikolojik durumlar beni iyice zorlamaya başlamıştı. Sorunu gerek dışarıda gerekse de kendi iç dünyamda arıyordum. İkinci tayinimle evimin dışındaki dışsal yaşantım düzene girmişti. Bir masalın içinde yaşıyordum ve hayatta kalmamı sağlayan da bu olmuştu. Kapıyı kapadıktan sonra her şey yolunda gidiyordu. İş kapıyı kapatıncaya kadardı. Yağmurun altında, ahmak ıslatan cinsinden, ıslanıyor, duygularımızı anlatıyorduk; toprağın kokusunu içimize çekiyorduk. Binaların yosun tutan duvarlarını araştırıyorduk. Felsefe yapıyorduk, top oynuyor, ip atlıyor, kitap okuyor, günlükler yazıyorduk. Ben yazmıyordum. Onlara aitti yaşanılanlar ve onlar yazmalıydı. Onlara yazmaları için oyunlar hazırlıyordum. Her oyunumda düşündüğüm karakterler gerçekte de aynı karakterler canlandırıyordu. Bu müthişti! Artık kimin ne söyleyeceğini, ne yapacağını biliyordum. Rol dağılımını yaptığımda hemen hemen hiç yanılmıyordum. Ben kapıdan çıkınca kendi karanlık dünyama dönüyor, onu ifade etmeye çalışıyordum.
Karanlık ve boşluğa düştüğüm; uçurum kıyılarında saatlerce kaldığım… Bu şekilde kaldı hep; karanlık ve boşluk; bu aralarda yaşadıklarımı hiç anlatamadım. Ayaklarım yerden kesiliyordu. Karanlıkta hiçbir şey görmüyor, korkuyordum. Boşluktaydım; sürekli düşüyordum. Yürümüyordum çünkü ayaklarım yere değmiyordu. Otomatiğe alınmış bir yaşamdı ve aileme beni iyi yetiştirdikleri için minnettardım. Ahlak kurallarını, adetleri, gelenekleri öğrenmiş dışarıda ölçüyü kaçırmadan yaşayabiliyordum. Ama gece olunca karanlıkta yazdığım korkunç yazılar beni dibe çekiyordu. Bipolar grubunda yazıştığımız, birbirimize destek olduğumuz arkadaşlar olmasa hayatta kalamazdım. “Bekle!” “Geçecek!” “Sakın yapma!” “Doktora gitmelisin. İlaç dozlarını…” Yaşamın anlamı üzerine mi düşünüyorduk? Anlamsızlığın içinde bir yaşamak için yol bulmaya çalışmaktı yaptığımız. Yazdıklarımızı kimse anlamıyordu. İlk yazdıklarımdan derlediğim dosyayı bir yayınevine gönderdim ve sonra görüşme yaptım. Şaşkın bakışlarından ne çıkarmış olabilirim, hatırlamıyorum. Sanırım iki uç noktayı ifade edebilmiş ve buna rağmen normal görünümü sağlayabilmiş birisiydim. Aslında yetişkinlerle iletişim kuramıyordum çünkü sıradan ilişkileri yürütmekte zorlanıyordum. Bakışlarım ele veriyordu beni. İlaçların etkisi çok fazlaydı. Uyutuyordu beyni. Bu karanlık tarafı anlatmama engel olmuyordu ama. Melankolik yanım hep vardı zaten ve korkularım da. Bir afet olacaktı, kenti saran kirli hava insanları öldürecekti. İnsanlar birbirlerine yalan söylüyordu. Söylediklerinin anlamını bilmiyorlardı ama bunları soyut olarak anlatabiliyordum. Ne karanlık bir dönemdi. Kapıdan içeri girince yaşadıklarım, kapıdan çıktıktan sonra bitiyordu. Özel hayatımda ağlama nöbetlerimi beni güldürmeye çalışarak atlatmaya çalışıyordu. Ağlarken gülmek diye bir şey varmış. Korkunçtu uzandığımda içinde kaldığım karanlık ve boşluk. Bir de ayaklarımın altı boşsa, sürekli düşerken uçurumdan, yastığa tırnaklarımı geçirirken… Sadık Gürbüz’ün söylediği türküyü yaşadım ve anlamını öğrenince şok oldum. Gerçek bu muydu? Yani yazılma an’ında böyle mi olunmuştu. O türküyü şimdi anımsamıyorum ama içinde uçurum vardı. O evin duvarları… Uyanıkken evde kitap okuyordum ama romanlar değildi okuduklarım. Toplum içindeki hikâyemizi yazıp bizi biz yapan toplumsal, sosyal ve kültürel yapılardı. İnanç sistemi… Anlatılan mutsuz hikâyeler… Anlaşılamamak, anlatamamak… “Ben kimim?” sorusunun yakın arkadaşlarımdan yanıtlanmasını beklemek. İş yerinde beni destekleyen, kol kanat geren arkadaşlarım hep oldu ve beni yazmaya yönlendirdiler. Çocuk kitaplarımı ben bile anlamıyordum çünkü alt metni olan hikâyelerdi. Bir gün kapıdan içeri girdim ve o gün resim dersinde resim yapmalarını istedim. O da ne! Mücahit bana yaptığı resmi anlatıyordu. Resminde ben vardım. Surlarla çevrili bir şato yapmıştı ve içeride ben varmışım. Surların önünde uçan kara bir adam vardı; kötü adam. Beni kaçıracakmış; benim kötülüğümü istiyormuş. Bunu bir masal gibi anlatmıştı. “Ondan nasıl kurtulabilirim?” diye sordum ona. Düşündükten sonra “Uçan halıyla; gökkuşağı renklerinde bir uçan halı.” Birkaç öğrencim de kötü adamları resmetmişti. Ertesi gün ilk defa üç günlük bir rapor aldım. O güne kadar hiç rapor almamış, her koşulda çalışmıştım. Kapıdan çıkınca korkularım tetiklendi. Üç gün yattım ve dördüncü gün ara karneler verilecekti; işe gidemedim. Karanlık beni esir almıştı.
Karanlık beni esir almıştı ya bipolar bir doktorun kitabını ödünç verdi doktorum. İlaç firması tarafından yayımlanmıştı. Hastalığı çok güzel anlatmıştı. Çok etkilendim, anlatıyordu beni sanki. Bir başka kitap daha vardı ama onun tam olarak anlatabildiğini düşünmüyordum; bana hiç uymuyordu. Karanlığımı boşluğumu anlatan bir kitap bulamadım. Ayaklarımın yere değmemesinin de tıbbi açıklaması yoktu. Kan testleri normal çıkıyordu. Başım ağrıyordu sık sık. O saçlar başıma öyle bir ağırlık yapıyordu ki taşıyamıyordum. Bir gün ağrılara ve saçlarımın ağırlığına dayanamayıp saçlarımı bir akşam kestim. Kısacık. Ertesi gün kuaföre gittim. İlaçlar etkisini göstermiyordu. Sadece uyuyordum, öyle ki oturduğum yerde bile uyuyabiliyordum. Bunlar kapıyı kapattığım zaman geçiyordu. Doktorum bu nedenle bana rapor vermedi. Çalışmam yönünde destekledi. İki uçta yaşıyordum. Karanlık ve aydınlık.
Karanlık ilkel insanların korkularına karşılık geliyordu. İnsanlardan korkuyordum. Yatağım en güvenli sığınağımdı. Hele de uykuya dalmışsam. Kabusla uyandığım oluyordu ama uyumadığımda daha büyük kabuslar oluyordu. Mücahit’in masalı gerçek mi olacaktı? Ölmek istiyordum. Ölmekten korkmuyordum. Bunu ilk yetişkin kitabımda anlatamaya çalışmıştım ama beni tatmin etmemişti. Eksikti ama neresi? Karanlıkta ne vardı? Kimse bana cesaret verip karanlıkta ne olduğuna bakmama yardımcı olmamıştı. Yapabildiğim tek şey maskemi takıp kapıdan girip masalın içine girmekti. Hayatımı borçluydum. Ben de onlara borcumu ödemek zorundaydım. Onlara kendi masallarını yaşamalarına destek oldum. Güzel duyguları yaşamaları için elimden geleni yaptım. Çok destek gördüm dışarıdan her şey yolunda gidiyordu. Üçüncü tayinimde aynı şeyleri yapamayacağımı hissediyordum ki öyle de oldu. Kapıyı kapatmam bir şeyi değiştirmedi. Kapının önünde içeri girmeye çalışanlar, müdahale edenler vardı ve sürekli baskı altındaydım. İçeriden ve dışarıdan kuşatılmıştım. Bataklıktı şimdi, dibe batmaktı ama çıkışı yoktu. Boğuluyordum; nefes alamıyordum. Panik atakla birlikte çok zorlanıyordum.
İlkel insanların korkularıymış meğer. Karanlıkta kalanları görmeye hazırım artık. Maskem düştü; ne ağlıyorum ne de gülüyorum. Dingin bir dönem, panik atağım olmadığı süresince. Yaşam tarzımı değiştirdim. Aynı hastalığı yaşayanlar arasında kendisinin peygamber olduğunu söyleyenler de oluyordu. Benim de maske takıp bu rolü üstlenmem gerekirdi belki de. Çünkü o maske Tanrı’nın (Pagan dönemi) konuşturduğu, kendini kaybettiğin bir dönem oluyor. Ben de ilk yıllarda karnımdan konuştuğumu söylemiştim bir süre. Otomatik dediğim dönemler. Anlamadığın, ne yaptığını bilmediğin dönemler oluyordu bu. İyi eğitim almışsan kötüleri dışarıda yaşananlarla anlatıyorsun. Allah’a bağlılığın çoksa peygamber olarak üstleniyorsun her şeyi. Ya da “Allah’ım neden ben?” diye sorguluyorsun. “Günahım neydi?” Çay makinesinden çay alamıyordum çünkü görmüyordum; bardak nereden alınır? Bardağı görmüyorum. Musluklar nerede? Nasıl açılıyor bu musluklar? İlahi bir güç var üzerimde ve ben kendime zarar vermeden, kötü insanların eline düşmeden yaşayabiliyorum. Nefes alıyorum.
Geçenlerde soruldu; nasıl bir hastalık, ne yaşıyorsun? İki uç var. Neşeli uç ve karamsar uç. Karamsar ucun açılımı; korku, kötü senaryolar (distopya), telaş, ağır depresyon… Neşeli uç; her şeyi yapabilirsin, uçabilirsin hatta; balkondan atlamak istiyorsun çünkü uçacaksın bunu gösterebilirsin; bana hiçbir şey olmaz; her şeyi yapabilirim; özgürüm. İki uç gün içinde sürekli git gel oluyorsa yoruluyorsun, çünkü neşeli uçta yaşadıkların seni yoruyor ve diğer uca geçtiğinde bunu kaldıracak gücün olmuyor. Daha kötüsü karamsar uçtan çıkmak için debelenirken birden çıkış buluyorsun ama sonrası yine aynı. Yorgunum ve uykusuzum. İçimde bir kıpırtı heyecan ve bu etkiler beni uyutmuyor; bir çılgınlık yapmalıyım; alışveriş yapmak gerek, yardım etmek gerek… Bir adama kendime sadece yol parası bırakıp geri kalan paramın hepsini vermiştim. Renk cümbüşü gerek üzerimde; gökkuşağının renkleri… “Ben olsam para vermem,” dedi o. Ben de bütün paramı harcamıyordum zaten. Karanlıkta kalan güçler, yeraltı Tanrılarının güçleri. Dünyaya kötülükleri taşıyor, insanları tek tek ele geçiriyor; gözleri açık kötü güçlerle donatılmış uyurgezerlerle dolu yeryüzü. Yeryüzüne çıktığımda ben de karanlık güçlerin etkisiyle kötülükler yapacağımdan korkuyorum. Neyse ki yeryüzüne çıkınca çılgınlaşıyorum. Merdivenlerden, basamakları üçerli koşarak çıkıyorum. Kapıyı kapatınca maskemi veriyor ve ben mutluyum. Kötülükler sadece çocukları etkileyemez. Güvendeyim.
Pagan eğitimi alsaydım bana güç veren Tanrıça, beni bir kadın kahraman yapabilirdi pekala. Mit ve masallar işte bunlardan doğuyor. Metaforlarla soyut düşünceleri duyguları aktarıyor. Gizli mesajları iletiyor. Beni çizdiğim renkli yollar hayata bağladı. Beni zamanın döngüsel oluşu hayata bağladı. Beni sevgiden doğan gözyaşları hayata bağladı. Gece ve gündüzün döngüsü… İki uç… Bir yanda karanlık boşlukta sabahı bekleyerek, diğer yanda bir ağaçta böcek olarak şarkılar eşliğinde çılgınca yaşayarak… İlkel denilen insanlar her zaman kötülüklerle karanlık güçlerle mücadele etti. Birlikte yaşadıkları insanlar için bunun mücadelesini verdi. Başka şeyleri de okuyarak öğreneceğim. İçimdeki ilkel insanı karanlıkta ve aydınlıkta bulacağım.
Keşke bipolar grubumuzun sitesi güncel olsaydı. Yazdıklarımıza ulaşabilseydim, soyut düşünceleri somutlaştırabilmeyi denerdim. Sayfalar dolusu çılgınlar gibi yazardık. Bipocan adını da bu sitede bir arkadaş kullandı ve artık herkes birbirine bipocan diyor.
Başka bir şehirde kötü olmuş, psikiyatriste gitmiştim. Kovuldum oradan. Çünkü duygularımı sordukça ben yaşadıklarımı anlattım. Oysa bana duyguların ne olduğunu söylemesi, bulmam için ipucu vermesi gerekirdi. Hastalıkta duygularını hissedemiyorsun ve birçok şeyi unutmuş oluyorsun. Otomatiğe almışsın kendini. Yemek, içmek, yürümek ve susmak. Bunun adı hayat. Yaşıyor mu, yaşıyor işte. Nefes alabiliyor ya yeter diye düşünülüyor.
Bugün bitti. Gece oldu. Dışarısı karanlık. Kutup Yıldızı’nı arayacağım. Ay’ı göremiyorum. Apartmanların sarı ışıkları kapanmış. Her biri kibrit kutusu gibi uzanıyor. İçindeki kibrit çöpleri yataktalar… Bir kıvılcım yeter. (İçimde bunun soyut hali var. Herkes kendine göre yorumlayacak. Bu benim için metafor.)
Çaydanlıktaki su kaynıyor, sesi ne hoş! Çay kokusu… İçimde bir kıpırtı, bir heyecan; nedensiz. Belki de yine bir kutba doğru ilerliyorum. Olsun. Olsun bakalım. Yaşadığım masalları anımsıyorum. Anımsamak mutlu ediyor beni. “Kalemlerle uzandı başka başka yollara…” diyor; yazarak yazdıklarımı yaşıyorum. Düşünce gücüne, güç katan yazı… Yazıyla değişim hızlanıyor. Tarih de bunu anlatıyor, değil mi?
Kutup Yıldızı.
Bir yanıt bırakın