SİL BAŞTAN – 4 Mart 2023/Cumartesi
Evden çıktım. Hava bulutluydu. Trafik de oldukça yoğundu. Telefonumun titreşimini hissettim. Çantamı açıp aldım. Telefon sessizde kalmış. Arayan C. bey. Neredeyim? Kadıköy’e henüz gelemedim. Vapura binince arayacağım. Telefonu kapattım. Beşten fazla cevapsız arama vardı. Annem ve C. bey aramış. Kadıköy Eminönü iskelesine geldiğimde vapur henüz kalkmamıştı. Turnikeden geçemedim çünkü kartımın bakiyesi yetersiz geldi. Para yüklemeye zamanım yoktu. Aklıma yedek kart geldi. Vapura bindim. Hareket edince de C.beyi aradım. Beni iskelenin önünde bekliyormuş. Yarım saat gecikmeli olarak Eminönü’ndeydim. Üsküdar İskelesi’nin önündeydi. Arabaya biner binmez başladık konuşmaya. Soruları kısa kısa yanıtlıyorum. Sanırım uykulu görünüyordum. Doğru da çünkü üç saatlik uykuyla ayaktaydım. Ona gördüğüm rüyayı anlattım. “Sanırım çocuklar bana domates atacak,” dedim güldüm. Nasıl yani? “Güzel bir etkinlik olmayacak yani.” Her şeyin güzel olacağını söyledi. Bir sonraki etkinlik için nerede buluşacağımızı konuştuk. Kararsız kaldım. Marmaray’a binmemi söylüyordu. Ben de panik atak olduğumu ve binemeyeceğimi anlatmaya çalışıyordum. O ısrar ediyordu sürekli. Yan yollardan okula ulaştık.
Okulda, hoş, samimi ve içten bir karşılama oldu. Öyle doğaldı ki her şey. Rahatlamıştım. İki yıldır imza ve söyleşilere gitmemiştim. Bu süre içinde çocukların çok değiştiğini düşünüyordum. Dikkatlerini toplayabilecek miydim? Ne yapmalıydım? Müdür Beyin ve müdür yardımcısının konuşmaları beni cesaretlendirdi. İlk olarak anasınıfı öğrencileriyle buluştum. Bir çember şeklinde yerdeki minderlere oturtulmuşlardı. Ellerine kitaplarımı verdik. İstedikleri yaratıcı dramaydı ama ben nasıl yapacağımı bilmiyorum. Kitabımı okudular mı, hikâye akıllarında kaldı mı? Kaldıysa ne kaldı? Konuşmalarımızdan anladım ki kitap hakkında hiçbir şey bilmiyorlar. Kitabın kapak resminden açılışı yaptım. Müdür bey ve müdür yardımcılarıyla öğretmeleri beni izliyorlardı. Heyecanlanmamak için onlara bakmıyordum. Çocuklara odaklanmıştım. Sorularıma cevap veremiyorlar ya da sesleri çıkmıyordu. Çantamdan Karadut’un topunu çıkardım. Onlara gösterdim. Topu ellerine almak istediler. Konuşanlara vereceğimi ama yüksek sesle konuşmaları gerektiğini söyledim. Bu işe yaradı. Sesleri çok güzel çıkıyordu. Topu herkes eline almak istiyordu. Her şey gibi bu sohbet de son buldu.
Konferans salonuna geçtik. Çocuklar yerlerini almış beni bekliyorlardı. Heyecan dorukta. Ön sıradaki koltuklara öğrenciler oturtulmamış. Müdür bey, müdür yardımcıları ve öğretmenler oturuyordu. Çocukları izlemekten onlara bakamadım. Dikkatimin dağılmasından da korktum aslında. Öğrencilerin sorduğu sorular dikkat çekiciydi. Sanki kendi soruları değil gibi. İlk defa bu kadar güzel sorularla karşılaşıyordum ya da ben unutmuştum söyleşilerimi. Burada konuşulanları da unutacaktım demek ki. Nasıl yazdığımı, ne kadar sürede yazdığımı, nereden ilham aldığımı sormuşlardı. En çok sevdiğim kitap hangisi? Kaç kitabım var? Otuz kitabımın olduğunu söyleyince herkes şaşırdı. Onlara sadece beş kitabım ulaşmıştı. Hikâyelerin gerçek olup olmadığını da soruyorlardı. Gugu’nun yeğenim olduğunu, Şuşu’nun da ben olduğumu söyleyince salonda sesler yükseldi. “Yaaaa!” “Kitabı yazdığımda Gugu ilkokul üçe gidiyordu.” Dikkatlerini toplamak ve salonda sessizliği sağlamak için topa gereksinmem olmadı. Çok iyiydiler. Zaman zaman sesleri yükseldi, susmaları için kimse uyarmadı. En çok sevdiğim de bu. Öğretmeleri araya girdiğinde dikkati dağılan ben oluyorum. Sohbet hiç bitmeyecek gibi ilerliyordu ama benim dikkatimin dağılmasıyla son buldu. Kitaplarını imzalamaya başladım. Onlarla fotoğraf çekildim. Müdür bey, beni odasında ağırladı. Birkaç çocuk yeni kitap almış ve imzalatmak istiyorlarmış; müdür odasına geldiler. Kitapları imzaladım. Küçük bir kız öğrenci müdür yardımcısına yaptığı resmi getirdi. Onu çok sevdiğini söyledi. Birlikte resmi bakıp mutlu mesut bakıştık. Bir biber çizmiş, ona da iki çizgiden kol ve bacak kondurmuştu. Dolmalık bibere benziyordu. Başı yoktu ama düzgün çizilmiş, düz zemine ayaklarını basan bir şeydi, belki de uzaylıydı. Üzerinde de “seni seviyorum” yazıyordu. Bu yazı da düz bir şekilde yazılmıştı. A 4 kâğıdını çok iyi kullanmıştı. Kendisini bu şekilde ifade etmesi çok güzeldi. Başının olmamasını yorumlayamadım. Öğle arasıydı ve biz hâlâ okuldaydık. Öğleden sonra da bir oturum olacak diye bekliyordum. Oysa bitmiş. İki yüz otuz kitap imzalamışım yarım saatte. C.bey okuldaki işlerini bitirdikten sonra oradan ayrıldık.
Eminönü’nde inecek, Kadıköy’e vapurla geçecektim. Yol boyunca konuşmamız sürdü. Artık konuşuyordum, hatta susmuyordum. “Domates atmadılar,” dedim. Söyleşinin güzel geçtiğini söyledi. Kendime haksızlık yapıyormuşum. Önceki yıllara göre çok iyi olduğumu söyledi. İnanamadım. “Hastalıklardan sonra olabilir. İki kez köşeden döndüm.” Oysa aynaya baktığımda kocaman bir şaşkın görüyordum. Okulda kırdığım potları anımsadıkça gülüyor, konuyu söyleşiye çeviriyordum. Müdür beyin babacan ve samimi davranışları beni çok etkilemişti. Mutluydum. Benim için güzeldi ve umarım çocuklar da için de güzel oldu. Güzel olduğunu, çocukların sıkılmadan dinlediklerini söyledi. Bir etkinlik de böylece bitmişti. Fotoğraftaki kucağıma aldığım Karadut’u sordu. Nasıl iyi mi? İyi olduğunu söyledim. Bu arada o, hayvanları sevdiğini ama sevemediğini söyledi. Kedilere yaklaşamıyormuş. Dokunamazmış bile. Ben Emo ile Karadut’u anlattım. Kendilerini sevdirmiyorlar, herkesten kaçıyorlardı. Onları sevmek için arkalarından koşuyordum. Boş bir anlarını yakaladığımda da kucağıma alıyordum. Kucağımda beş dakika bile durmuyorlardı. Bu sevgi gösterisi günde ikiyi geçmiyordu. O ise sokaktaki kedilere mama verdiğini ama uzakta durmaları için de kovaladığı oluyormuş. Bir sonraki etkinlik için nerede buluşacağımızı sordu. “Marmaray’la gelin, bu korkuyu aşmalısınız,” dedi. “Bu yaştan sonra hiçbir şey yapmak istemiyorum,” dedim. “Yapabilirsiniz,” dedi. “Olur ama bir şartla. Sizin de açığınızı buldum. Kucağınıza bir kedi alıp fotoğraf çekin ve bana gönderin. Bunu yapabilirsiniz.” Yapamayacağını söyledi. Elimde değil, diyordum. “Benim için de aynı şey geçerli.” Eminönü’ne geldik. Arabadan indim. Konuştuğumuz ama konuşmadıklarım kafamda dönüp duruyordu. Çocuğum, oğlum… Eşimle hâlâ görüşüyordum ve bunda da saygının önemli olduğunu söyledim. Öğretmenlik yıllarım, yazma ve okuma serüvenim, yazmaya çalıştığım romanım ve çocuk öyküm, hastalıklarım… Ne sormuştu ki ben yine yeniden ve sil baştan geri dönmüştüm? Vapur gelmemişti. Kartıma para yükledim. Bir simit aldım. Çok beklemedim. Vapurda cam kenarında yerimi almış denizi ve uzaklaştığımız kıyıları izliyordum. Aklım başka yerlerdeydi. Denizin dalgaları üzerindeki martılara imrenerek baktım. Balıkçı tekneleri, vapurlar, tekneler… Hava bulutlu, güneşin kırıntıları yok denizin dalgalarında.
Kadıköy’den otobüse bindim. İlk duraktan bindiğim için oturabilmiştim. Üçüncü duraktan sonra üst üste olduk. Arkadaşım T. aradı. Sayfasında paylaşmak için kısa bir tanıtım videosu istedi. Kendimi tanıtmak aklıma yatmamış, başka şeyler anlatmaya başlamıştım. İzleyenin dikkatini çekecek ve merak uyandıracak şeyler olmalı. Bu ne olabilir? Kendimi anlatmak yerine bir hikâye anlatmalıydım. İçinde ben de olan kısa bir hikâye… Düşünmek için süre istedim. Bir kütüphanede ya da deniz kıyısında çekilen video için en uygun hikâye ne olabilir? Emo ile Karadut’un da videosu olabilir mi?
J.ile buluştuk. İki bira içmeyi hedeflemiştim ama bir şişe ancak içebildim. Aşk hikâyeleri anlatan kadınları seviyorum. Onları dinlerken gülümsüyorum. Böyle bir şeye inandıkları için ve aşk acısı yaşadıkları için. Aşkın onların anlattıkları gibi olmadığını düşünüyorum. Benim bildiğim gibi de değil. Sonuçta bu da bize öğretilen bir şey. Bizi bir tür hizaya getirmek için kullandıkları bir silah. Yaralayıcı, hatta öldürücü. Bugün bir kadın daha öldürülmüş hem de memleketimden ve iki polisin gözü önünde bıçaklanmış. Hizaya… Belki de E. haklıydı. Onu hizaya getirmeye çalışanın kadın olduğunu düşünüyordu. Kadının suçu yoktu oysa. Onun bildiği bir bok yoktu.
J.’ye aşk üzerine yazmalı mıyım sence, diye soracaktım. Aşk olmazsa roman okunmaz mı? Sormadım. Hava soğuktu. Her zaman gittiğimiz yere gitmiştik. Saat on otuz olunca ısıtıcıları kapatıyorlar. İşte kapandı. Üşüdük. Kalktık. Taksiye bindik. Yağmur başlamıştı.
Biraz okumaya çalıştım. Yorgunum ama uyumamakta kararlıyım. Bilgisayar başına geçtiğimde saat biri geçiyordu. Telefonumdaki fotoğraf galerisine girdim ve fotoğraflarını çektiğim kitapları internet üzerinden inceledim. Birkaç tanesini sepetime ekledikten sonra fotoğrafları sildim. Romanımı yazmak için dosyayı açtım. Aşk olmalı mı, diye düşünüyorum. Kaçıncı sayfada başlasa iyi olur? Bir sayfa kadar yazdım. Silip silip yeniden yazıyorum. Saat hızla ilerliyor. Sayfama bir mesaj düştü. Mesajı açtım, okudum. Saat gecenin üçü. Önceki okunmamış sohbetleri, merak etmedim. Artık bilgisayarı kapatacağım.
Bugünü, saat dördü geçerken bitirdim.
Canım kahve içmek istedi. Likör de koydum. Çok da güzel oldu.
Bir yanıt bırakın