SİL BAŞTAN – 26 Ocak 2023/Çarşamba

SİL BAŞTAN – 26 Ocak 2023/Çarşamba

Bu yılın günlüklerinin adını Sil Baştan koydum. Ne de olsa hayat ama özellikle günlük hayat yeni baştan devam ediyor. Mevsimlerden kış aylardan ocak. Bundan bir yıl önce de bugünün tarihine sonuna 2023 yılını ekleyerek devam ediyoruz. Mekan aynı, iş aynı, dostlar aynı… Bunların değişmesi mümkünse de bugün var oluşlarıyla tekrarlar yaşanıyor. Günlük hayatımızı ve hayata bakışımızı değiştirenin her ne kadar yaş olduğunu düşünsek de asıl değişimi deneyimler, paylaşımlar, okumalar, izlenenler sağlıyor. Dönem tarihin sonuna gelindiği bir dönem. Gezegen tarihinin başlangıcı… Değişimden herkes payını alıyor. Yaşımın ilerlemiş olması nedeniyle bana öğretilen, olması gerekenleri söyleyen düşünceleri kabullenmiş ve yaşımın gerektiği gibi davrandığım bir yaş aralığındayım. Birçok şeyi bırakmış olarak ve bırakacak olarak yaş almayı sürdüreceğim. Bu giriş de nereden çıktı?  Ben bugünü anlatacaktım.

Bugün heyecanlıydım. Her günden daha erken kalktım. Kadıköy’e ineceğim. Kadın arkadaşımla buluşacak ve… Bir tost yaptım kendime. Hava soğuk olduğu için sıkı sıkı giyindim. Hangi ayakkabıyı giyeceğime karar veremedim. Bot, spor ayakkabı ya da bir başka… Arkadaşımla anlaşmıştım. Hafif bir makyaj da yapacağız. Tayt, uzun bir kazak, mont… Bu kıyafete bot iyi gider ama bot biraz topuklu. Acaba yürümekte zorlanır mıyım? Her zamanki gibi beyaz spor ayakkabıları mı giymeliyim. Bunlar kapı önünde hemen ayağıma geçirmeye hazır. Botları çıkardım son anda. Yaşımı kabullenmek en azından bugün kabullenmek istemedim. Her kıyafetin altına düz spor ayakkabılar giyiyorsan nedeni…

Metroyla gidecektim ama evden çıkmakta geç kaldım. Yürümem de yavaşladığı için gecikme riski var. Risk almak istemiyorum. Kadıköy’e uzun zamandır gitmemiştim. Heyecan… Taksi! Taksi durağını aradım. Araç varmış. Adres verdim. “45 numara” dediler. Dışarı çıktım ve bekledim. Çok geçmeden taksi geldi. “İyi günler. Kadıköy Boğa’ya” dedim. Şoför telefonda konuşuyordu. Karşı tarafın söylediklerini duymuyorum ama merak uyandıracak bir konu. Bir taksi takip edildiğini anlayabildim ama nedenini anlamadım. Sordum şoföre. “Yardım istedi,” dedi. Taksi takip ediliyor. Tuzcuoğlu’na gelmiş ardından Bostancı Köprüsü… “Siz de gitmek ister miydiniz? Size engel mi oldum?” diye sordum. Net bir yanıt alamadım. Şoför biraz gergin. Sonunda taksinin yakalandığı haberi geldi. Meraklı ben… Daha geçenlerde bir taksi şoförünü dövmüşler ve hastaneye kaldırılmış ama kurtarılamamış. O artık yok. Kaç olay yaşanıyor kim bilir? Ana haberlerde bunlar verilmiyor. Küçük yayın organlarında ancak…

Boğa’ya geldik. Fiyat fena değil. Bana en yakın olan Metropol İstanbul’a da taksimetre aynı yazıyor. Arkadaşı arıyorum, yoldaymış. Bahariye’deyim. Birkaç mağazaya girdim. Bir iki marka isimler olmayan, bir iki de markalaşmış mağazaya girdim. Kalite düşmüş. Fiyatlar artmış. Mefisto Kitabevine girdim. İnanılmaz fiyatlar. Şimdiye kadar 110 liralık kitap görmemiştim. İnternette otuz kırk lira daha ucuzdur. Alamam sanırım. Sonra yeniden uğrayacağım. Çünkü arkadaşım telefonla aradı. “Neredesin?” diye soruyor. Kitabevinden çıktım. Çay içmeyi önerdi. Sinemanın başlamasına yirmi dakika var. Yürüdük. En yakın yer neresi bilmiyoruz. Nereleri kapandı, nereleri açıldı bilmiyoruz. Tatlıcıya girdik. Çay var  mı, sorusunun yanıtı “Tatlıyla birlikte veriyoruz” oldu. Arkadaşım söylenerek geri çıktı tatlıcıdan. Ara sokakta küçük bir cafe bulduk. Dört masası vardı. İçeride de üç masa… İçerisi bir mutfak büyüklüğünde. Çay söyledik. Çaylar geldi. Parasını peşin ödedim. “Hemen kalkarız,” dedim filme yetişme telaşım yüzünden, oyalanmadan çıkıp giderdik. Çayı yaraladım, çok güzeldi. Güzelliğini işletmeciye söylemeliydim. Kapıyı açıp başımı uzattım. “Çayınız çok güzel, teşekkür ederiz,” dedim. İşletmeci kadınla göz göze geldik, karşılıklı gülümsedik. Filmden sonra bir çayınızı daha içeriz,” dedim.

Çaylarımız bitti ve kalktık. Kadıköy Sineması’na gittik. Kurak Günler filmini izleyeceğiz. Arkadaşım ikinci defa izleyecek. Ben uzun yıllar sonra sinemada bir film izleyeceğim. Öksürük nöbetlerimin sıklaşmasından sonra sinema ve tiyatroya gitmedim. Son gittiğim filmde çok kötü olmuş, herkesi rahatsız etmiş, bu nedenle de çıkmak zorunda kalmıştım. Acaba bugün de olacak mıydı?

Arkadaşımın istediği gibi tam altıncı sıradan yer bulmuştuk. Yerimiz mükemmel. Salon kalabalık değil ama film de uzun zamandır gösterimde. Bu oldukça doğal. Filmin daha ilk sahnelerinde gerildim. Domuz avı… Sonrasında da gerginlik sürdü. Bir ara öksürmek zorunda kaldım. Uzun sürmedi neyse ki. Telefonumun sesini son anda kapatmıştım. Öyle sanıyordum ama kapatmamışım. Çok çok kısık da olsa kapalı olmaması çok kötü. Araya girdik. İkinci yarı… Bitiş. Uzun bir filmdi. Filmin içine giremedim. Salonda olduğum gibi seyirciydim. Gerçek hayatta da öyle değil mi? Akşam film hakkında videolar izlemiş, Emin Alper’i dinlemiştim. Konuşulan sahneleri bekliyorum. Asıl beklediğim sahne sonuymuş. Bitti. Gergin bir şekilde, kafamdan silemeden çıktık. Güzel çayımızı içmek için cafeye gittik. Film üzerine konuştuk. Günümüz gerçekliğine döndük. Unutmamışız. Anımsadık. Sustuk. Konuştuk. Sustuk. İkişer çay içtik. Fotoğraf çektik, gülüyoruz. Gülümsemek dudak kenarlarını yukarı kaldırmaya artık yetmiyor. Yorgun dudaklarımız. Güçsüz. Kalktık.

Mefisto’ya girdik. Yeni çıkan kitaplar bölümüne daldım. Elime aldım, sayfalarını çevirdim, içindekiler bölümlerine baktım… Almayı düşündüğüm kitapların arka kapaklarındaki fiyatları görünce cep telefonumla kapak fotoğraflarını çektim. Arkadaşımla ilgi alanlarımız farklı. Ben roman ve öykü kitaplarına bakmıyorum. İnceleme, araştırma, anı, biyografi… Birbirimizi arıyoruz. Arkadaşımın beni çağırdığını duyuyorum ama nerede bulamıyorum. Kitap yardımcıları gülerek nerede olduğunu söyledi. “Burada.” Eliyle işaret ediyor. Gülüyoruz. “Edi ile Büdü olduk,” diyorum. Dergilerin olduğu bölümde. Birbirimizden ayrılıyoruz sonra yeniden birbirimize sesleniyoruz. Onu yine bulamıyorum. “Neredesin?” diye sesleniyorum. Adını söylemek istemediğim için ve başkalarını rahatsız etmemek için böyle diyorum. Tek kelime; neredesin? Nasıl olsa sesimden, ona seslendiğimi anlar. Varlık dergisiyle başka iki dergi alıyorum.

Film kafamda. Oyuncuların hepsi harikaydı. Etkileyiciydi.

Bir mağazaya giriyoruz. Güzel bir şey bulamıyorum. İhtiyacım da yok.  Çıkıyoruz. Simitçiden simit almak istiyorum. “Askıda simit bırakayım mı?” diye soruyorum. Bırakmamamı söylüyor. Bir hafta önce arkadaşlarımla birlikte parktaki cafeye gitmiştim. İki kişi elindeki küçük şeylerini satmak için masamıza gelmişti. İkisine de yardım etmedim. Kadın “Ne yani ben yiyecek almayayım mı?” dedi. Etkilenmedim sadece muhatabının ben olmadığını düşündüğüm için içimden kızdım. Çalışacak yaşta değildi. Parka gelirken kadınla yolda karşılaşmıştım. Her gün işe gelir gibi parka geliyor ve akşama kadar elindekileri satmaya çalışıyor. Yaşlı amcayı ise ilk defa görüyorum. Onda tesbihler ağırlıklı, daha çok erkeklerin olduğu masalara gidiyor. Bizim masamıza da uğradı ama fazla oyalanmadı. İşte bu yüzden ayda on defa bir makarna parası olan on beş lira vermeye karar vermiştim. Doğru mu yapacağım bilmiyorum. Çalışırken arabamla iş dönüşlerinde ışıklarda bekleyip araçların camlarına sorulmadan su sıkıp silecekle çeken adama sinir olurdum. Her gün orada olurdu. Bir gün ısrarcı oldu. “Ne yani her gün sana üç lira vermek zorunda mıyım?” dedim. O günden sonra benim arabama yaklaşmadı. Demek ki herkesi tanıyorlar artık.

Nazım Hikmet Kültür Merkezi’ne gittik. Filmden konuştuk. Kitaplardan, günümüzden… Kendi özelimizden hiç konuşmadığımızı şimdi fark ediyorum. Sadece ev almak istediğini söyledi. Bana danışmak istiyormuş. Oturduğu evi satıp başka bir yerden ev almak istiyor. Tek korkumu söyledim. Bu günlerde neler olacağını bilmiyoruz. Bugün satarsın, ertesi gün elindeki parayla ev alamazsın. Fiyatlar bir günde değişir mi, değişir. Yaşamadık mı? Euro alıp başını gitmeye başladı. Bir de maaşımı sordu. Bilmiyorum ne kadar zam alacağımı. Hesaba henüz yatmadı. Yatmadan bir şeye inanmam olanaksız. O zamlı almış. Çok düşük bir artış. Dışarıdan yiyecek getirmek yasak ama biz simitlerimiz nedeniyle  yaşımıza saygıdan dolayı laf işitmedik. Hava karardı. Arkadaşım üşüdü. Saat de geç olmuştu. Benim de zoomum vardı zaten. Kalktık. Ben zooma girmemeyi düşünüyordum ama arkadaşım kalkmak istemişti.

Durağa yeni gelmiştik ki benim otobüsüm geldi. Atladım hemen. En öndeki koltuk boştu. Güzel bir yolculuğun habercisi. Dergileri karıştırmayı düşündüm. Sonra sadece düşündüm. Kadıköy dönüşlerimde aldığım kitapları otobüste okumaya başlardım. Geçmiş yıllarda yaptıklarımı şimdi neden yapamadığım belli. Yaşlanmışım.

Eve bir durak kala indim otobüsten. Balıkçıya uğradım. Pişirmelerini bekleyeceğim. Yan taraftaki kasaptan et almak istedim. Dükkâna girdim. Adam beni görür görmez, ne istediğimi söylemeden alacağım eti çıkardı. Beni hatırlamayacağını düşünmüştüm. Ben olsam unutur muydum? Unutulmaz. Kendimi neden kandırdığımı bilmiyorum. Paketlenmiş ciğerleri gördüm. Alsam mı? “İki gün sonra yapsam olur mu? Bozulmaz değil mi?” “Bozulmaz,” dedi. Balıkçıda biraz bekledim ve paketimi alıp doğru eve…

Beni arayan arkadaşlarımı, balığımı yedikten sonra aradım. Seslerini özlemişim. İyi geldi. Yaramaz çocuklar gibi gittiğim filmi anlattım. Aslında ben de arkadaşlarım gittiği ve anlattıkları için gitmiştim. Beni çağırmazlar, teklif etmezler, alıştırmışım onları. O sinema salonlarına giremiyor. Tozdan dolayı öksürük krizi tutuyor.

Arkadaşımı arıyorum. Başım dönüyor eve gidelim, demişti. Acaba iyi mi? Aradan bir saat geçtiği halde eve yeni girmiş. Kitap poşetini otobüste unutmuş. Onu almak için uğraşmış. Sanırım taşıdığı poşette yüz elli liralık kitap vardı.

Bir başka arkadaşımı aradım. Heyecanla bugünü anlattım. Her şey çok pahalı, dedim. Ne yapacağız böyle? Daha başındayız. Kitabevinde ne oldu biliyor musun? Yeni çıkan kitaplardan birini istedi çalışanından. O da aldı kitabı, kime vereceğini sordu. Yok fiyatı arttı, fiyatı değişecek, dedi diğeri. Artık kitaplarımı kimseye vermeyeceğim, dedim. O da şimdi bir arkadaşıyla kitapları değiş tokuş yaparak okuyorlarmış.

Yarın bir arkadaşımla buluşacaktım, aramasını beklemiştim. Aramadı.

Nasıl da unuttum, beni evde bekleyen canları. İkizler gibi birbirlerinden ayrılmayan kediler beni karşıladı. Emo ile yavrusu Karadut. Yuka’m mutlu, çiçek açmasını bekliyorum. Bir yıllık yokluğum onu küstürmüş olmalı ki bir buçuk yıldır çiçek açmadı.

Emo mutlu. Karadut da mutlu. Ben mi? Ben kara karar düşünüyorum. Obruk. Çöktü çökecek ayağımızın altındaki toprak. Seyircisi mi olacağım?

Yaş almak böyle bir şey olsa gerek.

Gün bitti.

Yine ben. Kendimi çöken toprakta buluyorum. Yalnızım. Bir tarafta savcı ve gazeteci, diğer tarafta belediye başkanı ve yandaşları. O da ne? Yalnız değilmişim. Sesler, çığlıklar, ağlamalar… Buradan nasıl çıkacağım? Bir tarafta ateşe verilen  çadır evin etrafındaki insanların yanan evlerini izleyişleri… Çıkış…

Filmin anonsu yapılıyor. Az sonra başlayacak. Rüyalarıma girecek ama ben anımsamayacağım. Bir kabus olduğunu anlayacağım. Anlatamayacağım.

İyi uykular.

Kabus:

Zihnimizi bir fare gibi kemiren, kelimelere dökülemeyen, ölümü bekleyen çığlıkları işitilen fareler… Yemler, ekmekliğin içinde bile… Anlıyor musun? İçindeki çığlıkları işitiyor musun? Belki de obruğun içinde kalanlar… Belki de göçebe, yersiz yurtsuz, dışlananların yanan çadırlarının izleyicisi…
Filmin ilk sahnesinde dışlanmış izleyici… Belki de ben.
Harika bir film izleyici için.

 

 

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*