SİL BAŞTAN – 15 Mart 2023/Çarşamba
G.A. telefon açtı. Buluşmamızı önerdiğinde yüzümdeki ifadeyi görmesini isterdim. Mutlu olmuştum. Uzun zamandır söylemek istediğim bir şey vardı. Parkta buluşmaya karar verdik. İlk ben gittim parka, dışarıdaki masalar hep doluydu. Ortalarda kalmış boş bir masa buldum, oturdum. Çok geçmeden kenardaki iki masa boşaldı. Biraz güneş görüyordu, hava çok olmasa da soğuktu, güneş bedenimizi olmasa da içimizi ısıtırdı. Çok geçmeden o da geldi. Uzun zamandır buluşamıyoruz ya özlemişim. Görüşmeyeli neler yaptığımızın özetini geçtik. Ben de okul söyleşi ve imzalarımı anlattım. Söyleşilerde çok ilginç şeylerle karşılaşıyordum.
“Kendimi çocuklara tanıtmış, yazmak üzerine bir şeyler anlatmıştım. Ardından da “Şimdi siz soru sorun,” dedim. Parmakların havaya kalktığını görmek beni her zaman mutlu eder. Birisine söz verdim. “Evet,” dedim. “Iıı bir… artı… on…” dedi ve güldü yerinden kalktı “Kaç eder?” diye atıldı. “Nasıl?” “Bir artı on kaç eder?” “Kaç eder?” diye sorunca yanıtını verdi. “İyi, başka sorusu olan var mı?” Parmaklar havaya kalktı. Birisini kaldıracaktım ki bir ses “Yüz çarpı yüz kaç eder?” dedi. Çocuğa baktım. Öyle mutluydu ki ne söylemem gerektiğini düşünsem de bulamadım. “Kaç eder?” diye sordum. Elbette bilemeyecekti çünkü birinci sınıf öğrencisiydi. Bilemedi de. Başka matematik soruları sormaya başladılar. “Ama ben matematikçi değilim. Matematik soruları sormayın,” dedim. Bunun üzerine bir çocuk yaşımı sordu. Bunu kardeşime anlattım. Kardeşim, “Neden öyle söyledin? Sen hemen bir şeyler yapar, öykü yazardın,” dedi. Doğrusu hiç böyle bir şeyle karşılaşmamıştım. Hazırlıksız yakalandım.”
“Yanıt verseydin keşke,” dedi G.A.
“Matematikten başka soru gelmemesi için böyle söylemem gerekiyordu. Sonra birçok şey denedim. Hiçbirinde istediğim gibi olmadı.”
“Neden ki?”
“Bir şeyler bildiklerini düşünmüştüm ve bunu öğrenmeye çalışıyordum.”
“Öğrendin mi? Ne biliyorlarmış?”
“Şimdi düşünüyorum da bir yazara neler sorulur, konusu üzerinde çalışabilirdim. Gerçi soruları sormadan, sorabilecekleri soruları yanıtlamaya çalıştım. Öykü kahramanlarını canlandırmaya çalıştım. Ne yaptıysam olmadı. Dikkatlerini toplamak için oynadığım oyunu oynamayı başardılar ama.”
On beş yıl önce okula davet ettiğim yazarla öğrencilerim arasındaki konuşmaları anlattım. Yazar “Daha önce hiçbir yazarla tanıştınız mı?” diye sordu. Öğrencilerim bir ağızdan hayır, diye bağırdı. Bir kız öğrencim, kendinden gayet emin “Evet, tanıştım,” dedi. Oysa birinci sınıfa gidiyorlardı ve ilk defa bir yazarla tanışıyorlardı. “Kim miş? Tanıyor muyum?” “Tanıyorsun. Öğrencime “Yazarın adı ne?” diye sordu yazar. “Öğretmenim, N.Ş.K.” yanıtını verdi.
Bugün Kadıköy’e gittiğimi söyledim. İstanbul Kitapçısı’na uğradım. Kitaplara baktım, özellikle yeni çıkan İstanbul kitaplarını aradım ama yeni bir şey yoktu. Bir çay içtim çıktım. Vapurla karşıya geçtim. Özlemişim denizi, martıları. İstanbul’u izledim. İzmir’i özledim. Hâlâ İstanbul üzerine yazılmış kitapların peşindeyim ama uzaktan sevmeye başlamışım. Öyle karışık bir kent ki hep böyle miydi anlamadım.
“Sana niçin okuyorsun, diye sormuştum ya, onun videosunu çektim. Bir buçuk saatte ancak çekebildim. Bir dakikadan az olması gerekiyordu ama iki dakikadan altına inememiştim. Tam bırakıyordum ki sonunda başardım.”
“Ben görmedim. Gösterir misin?”
“Olur,”” dedim ve telefonumdan videoyu açıp gösterdim. Gülmeye başladı. Akademisyenler gibi konuşmuşum. Sesimi beğenmiş, “Masal seslendirsene,” dedi. “Bir dakikadan az sürecek bir masal yazmam gerekecek. Bu da olanaksız,” dedim. “Dene bence.” Deneyeceğim. “Peki benim romanımı okuyacak mısın? Uzun zamandır yazılarımı okumuyorsun? Sevgili editörüm acaba bana zaman ayırabilecek misin? Birlikte okumalarımızı özledim.” “Roman mı yazıyorsun?” “Evet.” “Kaç sayfa okuyacağız?” Söyledim. “On beş sayfasını okuyabiliriz,” dedi. Hemen atladım, “Ne zaman?” “Pazar günü olabilir.” Sonunda ondan bir randevu yakalamıştım. Hemen ayın kaçı yaptığını hesapladım. “Bugün ayın on beşi, Pazar günü… On dokuz…” Yaşasın, yirmisinden önce okuyabilecek. Yayınevinin editörü düzgün bir taslak görecek. “Teması üzerine konuşabilir miyiz?” “Okuyayım…” “Teşekkür ederim. Pazartesi yayınevinin editörüyle buluşacağım, taslağı okuyacak. Her zaman olduğu gibi ilk okurum ve ilk yorum yapan sen olacaksın.”
Dışarıdan yiyecek içecek getirmek yasaktı ama ben Kadıköy’den aldığım bir simidi birlikte yemek için getirmiştim. Paylaşılan bir simitten ne çıkar ki; sadece yarımşar simit…
“Bu aralar ne okuyorsun?”
“Çok ilginç bir roman okuyorum. Yabancı bir ülkeye giden şairin ülkenin dilini çok az bildiği için iletişimsizliği ön plana çıkaran, şiir üzerine yazılmış bir roman. Böyle bir romanın nasıl yazıldığını okumak çok ilginç ve akıcı. Böyle bir romanın yazılabileceğini hiç düşünemezdim. Yurtdışına çıktım ama dönünce yazacak bir şey bulamamıştım. Şimdi bunu yeniden düşünmem gerekecek.”
“Başka?”
“O yazarın diğer kitaplarını da aynı anda okuyorum. Bildiğimiz klasik roman yok. Bazı yazarlar okurlarının ne istediğini düşünmüyorlar; öncelik kendilerinde, nasıl yazmak istedikleri önemli. Ben de deniyorum. İkinci romanım ilk romanımdan farklı olmalı. Bildiğim şeyleri yazmaktan zevk almıyorum. Yazının başına geçtiğimde ne yazmak istiyorum, nasıl yazmak istiyorum diye düşünmeliyim. Son birkaç gündür “Niçin Okuyorum?” sorusuna kafa patlatıyorum.”
“Bana da sormuştum.”
“Aynı yanıtları vermedim ama. Neden?”
“Bana mı soruyorsun?”
“Evet.”
“Yanıtı sende canım.”
“Okuduklarımdan çeviri olanların, bizim romanlarımızdan çok farklı olduğunu düşünüyorum.”
“Nasıl yani?”
“Cümleler, cümle kuruluşları farklı.”
“Örnek verir misin?”
“Örneğim ben “Yürüyordum. Bir adam koşarak önüme geçti,” diye yazıyorum ama çeviri kitaplarda yürümek kelimesi geçmeden kuruyor cümleyi. “Parkta ağır ağır ilerlerken, önüme geçen adamla çarpışmak üzereydim.” Çarpışmayacak olsa da bunu cümleye yerleştiriyor. Ayrıca çevreyi ve insanları betimlemeye çok yer vermiyorlar. Örneğin bunu “…fazla betimlemiyorlar,” diye kendi dilimizde anlatırdım. Konuşma dilimiz ile yazı dilimiz hemen hemen yanı. Yabancılar da kendi konuşma dilini kullanıyor olmalılar, dilbilgisi farklı olmalı.”
“Canım bizde çok mecaz var. Yabancı dile bunu çevirsek de ironi olduğunu anlamıyorlar. Örneğin, ‘Aferin K. sınavda en yüksek sen aldın; on,’ derken yabancılar bunu sınıftaki en yüksek notun on olduğunu diğerlerinin daha düşük aldığını düşünüyor.”
G.A. edebiyat öğretmeni. İyi bir okur. İyi bir yazar aynı zamanda. Çok yazmayan bir yazar. Onun gezi yazılarını merakla bekliyorum.
“Evet, biz de onların mizahlarını anlamıyoruz, neden güldüklerine şaşırıyoruz.”
Uzun bir sohbetin ardından kalktık.
Eve geldiğimde kendimi yorgun hissediyordum. Çocuklarla yani Emo ve Karadut’la ilgilendim. Onları sevdim. Telefon görüşmeleri yaptım. O.E. yaptığı yağlıboya tablosunun fotoğrafını gönderdi. Öyle güzel olmuş ki, çok beğendim. 7 Oscar Ödülü alan sinemayı izledin mi, diye sordum. Henüz izlememiş. Ben de izlemedim ama çok merak ediyorum. Hakkında yazılan yazılardan internette olanları araştırdım. Yazılarımızdan konuştuk. Günlüklerimi nasıl bulduğunu sordum. Çok güzel yorumlar yaptı ama benim bir fırın ekmek yemem gerektiğini anladım. Günlük yazmayı seviyorum. Kendimi bildim bileli günlük yazıyorum.
E.’ye telefon açtım. Kitaplardan konuşmayı düşünüyordum ama dışarıdaymış, başka bir zamana kaldı.
Bir yazarla çocuk kitapları üzerine konuştuk. Dünyaca tanınmış çocuk edebiyatı eserimiz olmadığını söyledi. “Muzaffer İzgü,” dedim. Dinledim ama konuşmadım çünkü daha önce düşünmedim, araştırmadım da. Rıfat Ilgaz’ın kitapları kaç dile çevrilmiş olabilir? Başka yazarlar da var elbette ama kitaplarının kaç dile çevrildiği hakkında bilgim yok. Genç kuşağın yazdığı eserler ilgimi çekiyor ama iyi bir çocuk edebiyatı okuru olduğum söylenemez. Şu aralar ikinci romanımı düşünüyorum. “Bir Yuka Hikâyesi” romanım bipolar bir kadının, hastalıkla mücadelesini anlatıyordu.
Aklıma yıllar önceki İstanbul Tuyap Kitap Furaı geldi. Bir okur, kısa boylu, kilolu bir adam stantları geziyor, kitaplara bakıyordu. “Bir kitap arıyorum,” dedi. “Adı nedir?” diye sordum. “Bilmiyorum.” Şaşırdım. Bir süre sonra konuşmasına devam etti. “Don Kişot gibi bir kitap olmalı.” Daha da şaşırdım. “Bir daha öyle bir kitap yazılmadı,” dedi. O yıllarda deneyimsizdim, konuşamadım. Gerçi bugün de aynı soruya bir şey diyemezdim. Düşünmek ve doğru bir yanıt vermek gerek. “16 Ocak 1605 yılında yazılan basılan kitabın üzerinden kim bilir kaç kitap yazılmıştır. Yılda kaç kitap okuyorsunuz?” Bunun gibi bir şey olabilir.
D.U. ile görüştüm. Bana güzel bir haber verdi. Bir buçuk ay sonra yani depremden sonra ilk kez kitap okumuş yani okumaya başlamış. Okuduklarımız ortak değil çünkü sevdiğimiz romanlar, ilgi alanlarımız farklı. Kitap sohbetlerini seviyorum. Okumak nefes almaksa, yazmak nefes vermektir, benim için. Romanımı okuyabilir mi? “Olur, bakarım,” dedi. Romanım hakkında sorduğum sorulara çok güzel yanıtlar verdi, ufuk açıcı oldu. Sürpriz. İlk taslakta değil de ikincisinde yararlanacağım.
Bugün haberler çok kötüydü. Şanlıurfa’da ve Adıyaman’da depremden sonra bir de sel felaketi yaşandı. Hayatını kaybedenler var ve çadır kentler su altında kalmış. Çadırların kurulduğu alanların riskli olduğu daha önce açıklanmış ama önlem alınmamıştı. Siyasi konuşmalarımız da oluyor ama romanlarda bu öncelik olmuyor. Çünkü haberleri dinlemek ve köşe yazılarıyla makaleleri okumak daha önemli. Sadece ete yine zam geldiğini yazabilirim. Sadece et mi? Her şey her gün fiyatının üzerine biraz daha ekleniyor. Geleceği göremiyoruz. Seçimler yaklaşırken nelerle karşılaşacağımızı da kestiremiyorum. Kaygılarım var, hep de oldu. Önceki kaygılarımda haklı çıkmıştım.
Bir yanıt bırakın