SİL BAŞTAN – 10 Şubat 2023/Cuma
Yazacağım romanda otuz yıllık hikâyeyi anlatabilir miyim? Sinemada bu çok zor. İki saate sığmaz gibi duruyor. Edebiyatta nasıl olacak? Kaç sayfa olur bu roman? Birkaç cilt olacak şekilde yazmak gerekir belki de ama bir romandan başka yazmak istemiyorum. Yıl 1983 Ankara’ya gidişim. Eşimle tanışmam 1985.
Aklıma çantamda ne kadar nakit olduğu geldi. Yarın marketten alışveriş yapacağım. Su bitti. Tüp ne zaman biter bilemiyorum. Dışarı çıkmadığım için, gezmem tozmam yok, nakit paraya gerek kalmayacak. Zaten dışarı çıktığımda kart kullanıyorum. Çantamda üç yüzlük var. Bir de onluk, beşlik ve yirmilikler. Bir liraları saymıyorum. Cüzdanımın fermuarlı kısmını uzun süredir açmadım. Orada ne olduğunu hatırlamıyorum. Fermuarı açtım. Yara bandı, on ve yirmi cent (yurtdışına çıkmıştım bundan beş yıl önce) ve annemin yazdığı hırsızlığa karşı bir dua ve 1988’den kâğıt para yüz lira. Bu yüz lira eşimin ilk çalıştığı yerden aldığı ilk maaşından sakladığım para. Bereket getirdiğine inandım hep. Kırıkkale’de bir çiftlikte çalışıyordu. Ben de bir dönem onda kaldım. Ankara’ya buradan gidip geldim. Çünkü yurttan uzaklaştırma almıştım. Kalacak yerim yoktu. Öğrenci evleri hep kalabalık olurdu. Kalabilir miyim, diye arkadaşlarıma teklif edememiştim.
Yıl 1988 bir bahar ayı. Yurttan bir arkadaş akşam gelmeyeceğini, arkadaşlarında kalacağını, onun adına akşam imza atmamı istedi. Kabul etmedim. Ya yakalanırsak? Aileme ne söyleyecektim? Üstelik yurttan atılma tehlikesi de vardı. Bunun üzerine en yakın arkadaşım bunu yapabileceğini söyledi. Akşam imzaya birlikte indik. O iki imza attı. Sonra… O akşam yurtta olmadığı yoklama sonrası ortaya çıktı. Ertesi gün onu idareye çağırmışlar. Arkadaşımı ve beni buldu. İmzayı atan kişinin adını verirse yurttan atılmayacakmış. Ben atmadım, dedim. Arkadaşıma yalvardı. Arkadaşım da ona yalvarıyor. Ailesine yazı gönderilecek ve belki de yurttan atılacak.
İdareye gittim. “İmzayı ben attım.“
Bunu söylemek bana pahalıya mal oldu. Kırıkkale’den Ankara’ya otobüsle gidip geldim. Aileme de haber verdiler. Onlara gerçeği söyledim. Beni okuldan almadılar.
Haberleri dinledim. 92 saat sonra enkazdan sağ olarak biri daha çıkarıldı. Zamanla yarışıyorlar. Uykusuz, gergin, gözyaşları içinde…
Geçmişi aradığımı sanmıyorum. İçimdeki çocuk uzun zaman önce büyüdü. Belki de emekli olduktan, iki işimi de bıraktıktan sonra oldu. Bir de hastalıklarımdan sonra… İkisinde de ölümün kıyısından döndüm. Bundan sonra da ölümle sınanmayacağımdan emin değilim. Hatta kanserin tekrarlamasından korkuyorum. Evet evet korkuyorum ve bunu yüksek sesle söylüyorum.
Üniversiteye başladığımda on altı yaşımdaydım. Minyon olduğum için ortaokul öğrencisi sanıyorlardı beni. İzmir’den gelmiştim ve kıyafetlerim açık sayılırdı. Şimdi İzmir’e gittiğimde kıyafetlerim orada yaşayanlara göre kapalı kalıyor. İstanbul yaşantımda kapalı giyinmek zorundaydım. Öğretmenliğe başladığımdaki giyim hikâyelerim de bir başka.
Saat sabahın altısı. Kaloriferler yanmaya başladı. Karadut, peteğe taktığımız küçük yatağında yatıyor. Emo da peteğin altındaki minderin üzerine uzanmış. Oğlumun kedileri. Kedim, desem de ikisi de benim değil.
Oğlumun babası aradı. Bu kentte ondan başka yakınım yok. Halen neden burada olduğumu bilmiyorum. İmza günlerim olacak ya zamanın gelmesini bekliyorum. Ben bekledikçe zaman bir türlü gelmiyor.
Roman yazmak kolay olmasa gerek. Karakterin nasıl şekillendiğini anlatmak için gidebildiğin kadar geçmişine gidiyorsun. Kendimizi tanımak için de bunu yapıyoruz. Önümüzdeki yıllardan sonra buna gerek kalmayacak. Zihnimiz zihnim sürekli an’da kalacak. An’da kal, an’da kal! Öyle çok uyaran var ki geçmişe ve şimdiye dönmeni engelliyor. Gelecek yok! Yarattıkları an’lar var. Bir sonra bizi neyin şekillendireceğini, ne düşünmemiz gerektiğini hiç bilmeyecek, düşünmeyeceğiz. Tıpkı bilgisayarda oynanan oyunlardaki karakterler gibi. Düşünmeyi aklından bile geçiremiyorsun. Çocukların yetişkinlere göre şansız olduğu düşüncesine katılmıyorum. Yoksunluk ve yoksulluk bize pahalıya mal oldu. Bir amaç için çalıştık ama sürekli amaçlar değişti. Hayata uyum sağlamak için değiştirmek zorundaydık. Çocuklarımızı buna göre yetiştirdik. Büyüyen oğlum ve öğrencilerim “Ne aptalmış! Modern yalanlara inanmış. Oysa o, yığınların sessizliği için seçilmiş bir kahramandı.”
Kahkahaları işitir gibiyim.
Çocuklara bana yapılmasını istediğim şeyleri yaptım, diyemem. Okuduğum kitaplarla yeni eğitime uyum sağlamaya çalışmıştım. Gelecekte neye evrileceğini bilemediğin bir nesil. Ya biz!
Okumayı severdim ama ben büyüyünce ressam olacak bir çocuktum. Benden beklenen buydu. Onları şaşırttım. Hem de çok… Üç mesleğim oldu. Veteriner, öğretmen ve yazar. En iyi okumayı üniversite yıllarında yaptım. Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ıydık. Az mı ağladım. Çarklar demiştik iş hayatına ve kıyısında kalacaktık neredeyse. Sonra öyle bir yuttu ve öğüttü ki… İleri yaşlara rağmen çalışmıyor olmaktan kendimizi iyi hissetmememiz bundan olmalı. Öğütülmüş, bütünlüğünü kaybetmiş bir insan eli kolu boşken ne yapabilir ki? Oblomov da oldum bir ara. Mezun olduktan sonra bir yıl yataktan kalkmadım. Bunun adına depresyon denilmedi.
“Bırak kitap okumayı,” diyordu babam. İlk yaşlarımda gözlerimin bozulacağını söylerdi. Sonra da okumayı sakıncalı bulduğu için söylemeye başladı. Yazmaya başladıktan, yazar olduktan sonra okumalarıma bir şey söylemedi. Benim yazma serüvenimi, okumayla nasıl beslediğimi izler olmuştu. Bir ara “Yazınca kötü oluyorsun,” demeye başladı. Sanırım haklıydı. Ne anlattığımla ilgisi yoktu, nasıl anlattığımla ilgiliydi. Yazdığım tek yetişkin kitabımı alıp da okumaya başlayan biri ilk sayfalardan sonra kitabı kaldırıp atıyormuş. Karamsar yazılar okumak istemiyorlarmış. Hastalık, depresyon… Amerika yapımı romantik, nostaljik filmler, ucuz yapımlı dönüp dolanıp aynı şeyleri anlatan diziler tercih ediliyor.
Çocukluğumun istasyonlarda bekleme salonlarında geçti. Yolculara bakmak en büyük oyunumdu. Bazen benimle konuşurlardı. Onların nereye gittiklerini öğrenirdim. En çok Ödemiş hattından gelen ve İzmir’e giden trenleri peronda karşılamayı severdim. Okula giden ablalarımı özlerdim. Onlar benimle ve bebeğim Ayşe ile konuşurlardı.
*
Uyumamak için direnilen saatler. Günün özeti:
Hayat inişli çıkışlı. Oldukça da karmaşık. Çalışmakla her şey yoluna girer. Hayatın özellikle. Anlamak biraz daha katlanılır kılıyor hayatı.
Yazmadan önce mutlaka bir inceleme, makale türlerinden bir kitap okumam gerekiyor. Son beş altı yıldır İstanbul tarihi üzerine çocuk kitapları yazdım. Bunun için İstanbul üzerine birçok kitap okudum, çocuklara verilebilecek bilgileri deftere not aldım. Öyküleri yazarken kurguya bu bilgileri ekledim. En son basılan son üç kitabım ayrıntılı bir incelemeye araştırmaya dayalı. Sait Faik’in Son Kuşları’nı yazmak için yazarın kitaplarını yeniden okudum. Orhan Veli’nin Dalgacı Mahmut’u için bütün şiirlerini okudum. Aynı kategoriye giren iki dosya için İstanbul üzerine yazılan on yazarın öyküsünü ve on şairin şiirini inceledim ve kurguya yerleştirdim. Kalsedonun Gizemi adlı kitabım da bir Kadıköy kitabıdır. Yetişkinler için yazılan kitaplarda çocuklara anlatılabilecek, merak etmelerini sağlayacak bilgileri satır aralarında bulmak ve not almak gerekti.
Son yazdığım kitap editörlük aşamasında. Bu da bir İstanbul öyküsü. Kahramanımız Melek ve Ceki. Mekan da Galata. Galata Kulesi’nin Kız Kulesi’ne aşkı. Aynı zamanda Ceki’nin de Melek’i sevdiğini öğreniyoruz.
Basılmamış ama tamamlanmış, içime sinmiş, görücüye çıkabilecek üç dosyam daha var. Büyük olasılıkla hayata gözlerini açamayacaklar. Düzeltilmesi yeni baştan elden geçmesi gereken dosyalar da var ama bunlara düşük olarak bakıyorum. Geriye dönmek çok zor. Değişiyorsunuz çünkü. İşte bu yüzden, hikâyeyi tren hızına yetişmesi gerekiyor.
Şimdi de yeni bir dosya için gerekli kitapları toparladım. Hayata gözlerini ne zaman açacak bilmiyorum. Kafamda kurgu aşamasında ve not alacağım bilgilerle kurgu netleşecek. Salonda okuyacağım kitaplar yığılı. Uzun zamandır okuyamadım. İki yıl oluyor sanırım. Eski okuma hızını bulabilecek miyim, bilemiyorum.
Ben kimim?
Hazar Gölü’ne bakan küçük, pembe boyalı bir evde dünyaya gelmişim. Kış aylarında evin boyunu bulan kar… Doğduğum yeri görmeyi hiç istemedim. Anlatılanlar yeterliydi. Hâlâ masal diyarı gibi düşlerim.
İzmir Torbalı’da büyüdüm. Babam istasyon şefiydi. Üniversite ikinci sınıfa kadar, iki tarafında da raylar olan perondaki lojmanlarda oturduk. Sonra büyük bir bahçede büyük bir evimiz oldu. Bahçede ağaçlar vardı, sebzeler yetişirdi, birçok hayvana da ev sahipliği yaptı. Bir tek çok istediğim atımız olmadı.
Torbalı’da ilköğretim ve lise eğitimimi tamamladıktan sonra Ankara Üniversitesi Veteriner Fakültesini tamamladım ve İstanbul Üniversitesi Veteriner Fakültesinde Biyokimya Anabilim Dalında doktoramı tamamladım. Özel bir laboratuvarda çalıştım. Ardından küçük hayvan kliniğinde çalışırken, sınıf öğretmeni olarak atandım. Çocuklarla birlikte yazmaya başladım. Hayvanlar ve çocuklar oldu öykülerimin kahramanları. 2012 yılından sonra, sınıf günlüklerini ben yazdım. İstanbul tarihi üzerine öykü kitapları yazmaya başladım. Bugüne kadar otuz iki çocuk kitabım basıldı.
Küçük Kelebek, 2000 tarihinde basıldı.
Çizgi Çocuk, 2002 tarihinde…
Salkımsöğütteki Orkestra, 2002 teşvik ödülü aldı ve basıldı.
Mutluluğun Resmi, 2006 Onur Güvener Öykü Yarışmasında birincilik ödülü aldı. Basılmadı.
İstanbul’a Bahar Geldi.
İstanbul Lubnatsi
Kalsedonun Gizemi,
Sait Faik’in Son Kuşları
Orhan Veli’nin Dalgacı Mahmut’u.
En çok sevdiğim kitaplarım bunlar oldu.
*
Okumak ve yazmak. Nefes almak ve vermek. Aldığın her şeyin karşılığını veren bir nesil benim kuşağım.
Neden okumak istediğimi biliyorum ama bunu bir ara unutayım, diyorum. Sil baştan başlayayım her şeye ve neden okumak gerektiğini düşüneyim. Neden okumalıyım ki?
“… Kitap Kulübü için kısa bir video çektim. Ortak okunan kitaplar üzerine birlikte düşünmek üretmek için toplanacağız. Birbirimizin görüşleriyle zenginleşeceğiz. Farklı bakış açılarını göreceğiz ve her birimiz için yeni pencereler açılacak. Kitap okumak ayrıcalıktır. Kitabın kapağını açtığınızda bir anlatıya dinleyici ya da izleyici olarak biletiniz kesilmiş demektir. Son sayfaya geldiğinizde bittiğini düşünürsünüz ama asıl hikâye sizde kalan tortular üzerinde yeni başlar. Hayatımıza katılan bu yeni şey nedir? Bir olaya tanıklık, yaşanmışlık, dinlemişlik ya da izlemişlik… Bazen etkisini uzun süre gösterir. Bazen unutulur. Nadir olarak da karakterlerle özdeşleşirsiniz. O oluverirsiniz. Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar romanındaki Selim Işık kim bilir kaç kişide hayat buldu.
Okuduklarımız unuttuklarımızı anımsattı. Dünü bugünü geleceği. Kendimizden birçok şey ekleyebilmişsek, bizden mutlusu yoktur. Yürüdük, koştuk, düştük, yeniden ayağa kalktık. Direndik.
Okumak için yalnızlık gerekir ama yalnızlıklar da paylaşılır. Kitap kulüplerinde olduğu gibi.”
*
Türkiye’de Kahramanmaraş’ta yaşanan deprem sonrası İtalya Ulusal Jeofizik ve Volkanoloji Enstitüsü (INGV) Başkanı Prof. Doglioni değerlendirmede bulunmuş. İki deprem sonrası Anadolu levhasının güneybatı yönünde ilerlediğini açıklamış. Türkiye’nin üç metre kaydığını belirterek uydu verilerinin gelmesiyle daha net açıklama yapacağını belirtmiş.
Bir kıtanın üç metre kayması.
Kahramanmaraş’ta 29 Kasım 1114 yılında yıkıcı bir deprem olmuş. Hiç kimse sağ kurtulamamış ve 40.000 kişinin öldüğü kaydedilmiş. Yüzlerce yıl sonra aynı yıkıcılığını gösterdi.
Deprem kahini, ünlü deprem uzmanı Frank Hoogerbeest 3 Şubat tarihinde yaptığı “Türkiye, Ürdün, Suriye, Lübnan’da 7.5’lik deprem olacaktır,” açıklamada bulunmuş, 6 Şubatta da Türkiye’de deprem olmuştu. Şimdi gözler 13-14 Şubatta.
*
Okumak için elime kitabı aldım. Karadut ve Emo da benimle birlikte salona girdiler. Birer koltuk tepesi seçtiler. Bilgisayarın çıkardığı tıkırtılar onlara okunan bir masal. Gözlerini kapatmışlar. Sessizlik. Kendi sesimi işitebiliyorum. Bir yandan yazarken diğer yandan da kedilerle konuşuyor. Onlara iyi baktığımı düşünüyorum. Karadut, Emo’nun yavrusu. Baba kız birlikte olmaktan çok mutlular.
Okumak için ayırdığım zamanı telefonda konuşarak geçirdim. J. ile konuştum uzun uzun. Ona romanımı kısaca özetledim. Beğendin mi, diye sordum. Sormamalıydım aslında çünkü ortada bir şey yok. Yazdıklarım arasında başlangıç paragrafını bile bulamadım. Korktuğum gibi olmadı. Beğendiğini söyledi. Bana yazma cesareti veren yazar arkadaşım O. oldu. Kardeşimle de konuştum. Kırk dakikadan fazla sürdü. Pazartesi ve Salı günleri annemde kalmasını önerdim. Nedenini sordu. Bilmem, dedim. İçimden öyle geçti. J. de o tarihlerde bende olacak. Özellikle gelmesini istedim. Uzun zamandır görüşemedik. Dışarıda buluşup iki bira içiyor, sohbet ediyorduk. Depremle birlikte eve kapandık, ağlıyoruz. Zorunlu olmadıktan sonra hiçbir şey yapmıyoruz. Ekranlara kilitlenmiş durumdayız. Bugün konuşurken 110 saat sonra enkazdan çıkarılan kadını umutla karşıladık. Sevindik. Belki daha sonra… Deprem üzerine yapılan sosyal medya paylaşımlarında karşılaştığım çatışmalar… Bir ara ben de kendimi kaybettim. Kızgındım yardımların yetersizliğine. Kızgınlığım, kimseye faydalı olmayacak, kutuplaşmaları tetikleyecekti. Birbirimize anlatacaklarımız çok. Sosyal medyada paylaşamadıklarımız dahil. Her ne kadar uzun uzun telefonda konuşuyor olsak da konuşmayı sürdüreceğiz. O yarın sevgilisiyle buluşacak. Ertelemek istedi buluşmayı ama sevgilisi istemedi. Bugün konuştuğumuz zamanın dört katı mutfakta yemek yapmakla geçti.
Grup mesajları gelmeye devam ediyor. Yardım kampanyalarına çağrılar var. Yaraların sarılması için neler yapılacağı da yavaş yavaş netlik kazanıyor. İç çamaşır ve çocuk bezleri yardımları yapılıyor. On iki çocuk İzmir’de bir hastanede bakım altına alınmış. Yakınlarını kaybettikleri düşünülüyor. Onlara psikolojik destek verecek işinde uzman pedagoglar aranıyor.
Kardeşime de romanımı özetledim. Üç sayfalık bölümü yüksek sesle ona okudum. Okurken bende bıraktığı tınıdan, yüklemlerden hiç memnun kalmadım. Yazmak istediğim bu değil. Hep böyle söylermişim, sonra da bir oturuşta yazıp bitirirmişim. Hatırlamıyorum. Diğer yandan da çocuk romanımı düşünüyor, okumalar sonunda kafamda canlanan bölümleri not alıyorum. J. bu çocuk öykümden daha emin, yapabileceğimi söylüyor. Değişik bir şey olacak. Yani benim yazım tarzım açısından öyle.
Geçen Cuma, editörümle bir cafede buluştuk. Ona bir roman yazacağımı söyledim, yayımcımın bu kitabı basması için onu ikna etmesini istedim. “Ne yazacaksınız?” “Roman.” “Hayır konusunu soruyorum. Herkesin okuyacağı, kurgusu güçlü, okurun kitabı elinden bırakmayacak bir roman olacak mı?” “Bilmiyorum. Artık okurun ne istediğini bilmiyorum.” Ona bunun beni ilgilendirmediğini neredeyse ağzımdan kaçırıyordum. “İyi bir yazar aynı zamanda iyi bir okurdur. Bu nedenle romanının okunması için ne yapması, hatta ne yapmaması gerektiğini bilir.” Hiç gönüllü değildim onu onaylamaya. “Sizi seviyorum, biliyorsunuz. Ben ikna etsem de kendisi de okuyacak ve basım masraflarını üstlenmeyecektir.” Paramın olmadığını söylemedim. Zaten telif hakkı istemiyordum. “Bir taslak gönderin size onun üzerinden yardımcı olmaya çalışırım.” Sadece teşekkür ettim. Birkaç haftam var ilk taslağı hazırlamak için. Arkadaşlarımla konuşuyorum. Zamanla şekillenecektir. Bugüne kadar başladığım romanları ben yönlendirmiyordum. Ne istediğimi bilerek yola çıkacak, okurun ne anlamasını beklediğimi düşüneceğim; ilk olarak böyle çalışacağım. Hiç sevimli gelmiyor kulağıma. “Peki anladığım kadarıyla otobiyografik bir roman olacak. Bundan çekinmiyor musunuz?” Bunu düşünmüştüm. Yanıtını da biliyorum. “Veteriner, öğretmen, yazar olması size beni anlattığımı düşündürebilir ama bu bir kurgu. Ne yaparsanız yapın Marcel Proust olamazsınız. Öyle bir yazar bir daha dünyaya gelmeyebilir.”
Bu hafta ve önümüzdeki hafta, zoom üzerinden yapacağımız toplantılar iptal edildi. Kendimi yorgun hissediyorum. Bir süre ben de katılamayacağım zaten.
Sabah erken saatlerde mutfak balkon kapısından dışarıyı izledim. Beyaz bir otomobile, yoldan geçen iki adam eğilip camdan baktılar. Aşağıya inip arabada ne var diye bakmak geçti içimden. Yapmadım. İki adam, kocaman naylon arabalarına yüklenmiş, çekiştire çekiştire gidiyordu. Çöplerin arasından geri dönüşümü olabilecek atıkları topluyorlardı. Evim sıcak. Cezvede süt ısıttım, içtim. Çantamın bir köşesine ayırdığım on beş liralardan ikisini vermek için parka gitmem gerek. Parka her zaman aynı saatte gelen iki yaşlı insan var. Biri dede, diğeri sanırım benim yaşlarımda olan bir kadın. Kadının da bir memesi alınmış. Metastaz yapmaz umarım. İkimiz için de duam bu. Son gidişimde ona para vermemiştim. O da bana “Ne yani ben yemek yemeyeyim mi? Aç mı kalayım?” demişti. Aç mı kalsın? Neden parası verilmiyor? Bu nedenle makarna alacak kadar para vermeye karar verdim. Kim bilir, evinde kaç kişi onun eline bakıyor.
Bir yanıt bırakın