SİL BAŞTAN – 12 Şubat 2023/ Pazar
Geçmiş nasıl olur da şimdi olur? Unutulmayanlar, anımsananlar mı? Yıllar öncesi kadar dün, neredeyse birkaç saat önce yaşananlar unutulmayacak şeyler olabilir. 6 Şubat, 1999’u anımsattı. Bugün sosyal medyadaki paylaşımlar ve haberler unutulmayacak şekilde.
Arkadaşım inşaatı yeni bitmiş iki evlerine depremzede iki aileye verdi. Kendileri de İstanbul’dan bir yerde yaptırdıkları ahşap eve taşınmayı düşünüyorlar. Apartmanları çok yüksek ve on altıncı katta oturuyorlar. “Depremde aşağıya inme şansımız bile yok,” diyor. Oturduğum evin radyal sistemli oluşu beni biraz rahatlatıyor ama bu korkuyu yenmek anlamına gelmiyor. Başkalarının acısı bizim de acımız. Gelecekte olabilecek bir olumsuzlukta ne yapacağımı düşünüyorum. Bunu bilmem olanaksız. Bazen ilaçlarımı alamama durumunda, yaşayacağım yoksunluk psikolojik olarak beni yıpratacaktır. Bir ara aldığım ilaçlara rağmen kötü oldum. Kadıköy’e inmiş, arkadaşımla buluşmuştum. Birden kötü oldum. Başım dönüyor, gözlerim kararıyor, midem bulanıyor, nefes almakta zorlanıyor, ellerim ve ayaklarım tutmuyordu. Zorlukla bir taksiye atladım. Kendimi eve zor attım. İlaçlarımı alma saati geldiğinde çekmeceden onları kullanacağım sırada, elime aldığım ilacın ağrı kesici olduğunu fark ettim. Bir haftadır ağrı kesici kullanıyormuşum.
Bütün bunlar şimdi değil de ne? Yağmur yağıyor enkazların üzerine. Çadırlarda yaşanıyor gelecek korkusuyla. Küçük çocukların fotoğrafları geziyor her yerde. Çocuklar unutmak isteseler de fotoğraflarıyla her karşılaşmalarında yeniden geçmişe gidecekler. Unutma şansı onlara tanınmayacak. Sevimli giysiler içinde objektife gülümseyerek bakarken anımsarken geçmişi onlar… Her şey enkaz altında kaldı. Kimliksizler, yalnızlar… Yetişkinler elleriyle tırnaklarıyla sahip oldukları evlerini, mal varlıklarını kaybetmenin verdiği kaygıyı yaşayacaklar. Sahip çıkılmayan her birey çaresiz. Gelecek kaygısı çok yüksek. Çok sık dillendirecekler kaygıları ve keşke diyeceklerinden eminim. Gidenler beni de alsaydı.
Yüzyılın en büyük depremi, saat 04.17’de oldu. İkini büyük deprem ardından geldi. 7.7 ve 7.6 şiddetindeki depremlerde 22 bin insan hayatını kaybetti. 80 bin kişi de yaralı. Arama kurtarma çalışmalarının 148 saat sonra mucize kurtuluş oldu.
Bir yazarın görevi, öfkeyi yatıştırmak, sakin soğukkanlı davranmayı ve düşünmeyi sağlamak. Bunun nasıl olacağını bilmiyorum. Bu nedenle de yazıdan uzak duruyorum. Marketteki delikanlı “Yazınca rahatlıyorsundur,” dedi. Düşünmek zorunda kaldım. Rahatlamak mı? Yoksa öfkeyi yenmek için mi yazıyorum?
Yıllar önce, çok yoğun çalıştığım yıllarda kendimi büyük bir boşlukta bulmuştum. Bu boşluğun ne olduğunu anlamaya çalıştığım bir sıra hayatımda eksik olanı bulmuştum. Geçmişi yaratamıyordum çalışmaktan. Neredeyse iki yıllık bir boşluk vardır hayatımda. Ne bir anı, ne bir sevinç vardı. Yorgunluk, zamanın içinde yuvarlanmaydı. Çantamı çaldırdığımda da her şey bir anda değişmişti. Kimdim ben? Elimde kim olduğumu gösterecek hiçbir belge yoktu. Oysa kendimi kimliğimdeki bilgilerle tanıtmıyordum. Hiç bu kadar önemli olacağını düşünemezdim. Telefonum da yoktu. Kimseyle iletişim kuramamıştım. Arkadaşlarım telefon arkadaşlığıydı. Şimdi de sosyal ortamlarda edinilen arkadaşlığı anımsatıyor. Gecenin bir yarısında uyanıp birkaç kadeh içerken, arkadaş listesinden uyanık olduğunu düşündüğün kişilerle sohbet edip yeniden yatağa girmek.
Yazarak zamanı geçirdim. Rahatlamak için yazmıyorsam neden yazıyorum? Romanımı neden yazmak istiyorum? Belki bir başka zaman düşünürüm.
Geçmişin kadar geleceğinle birlikte şimdiye sahipsin. Bildiğin kadar. Dağarcığındaki kelimeler kadar anlatabilirsin, anlayabilirsin. Okumak bu nedenle önemli. Yoksa bütün hikâyeler aynı kalır. Aynı şeyleri anlatırız birbirimize. Bir süre sonra dinlemekten de anlatmaktan da sıkılırız. Evde bilgisayar başından kalmamayız. Geçmişi şimdi yapmak gerek. Geleceği de öyle. Her ne kadar ikisi de kötü olsa.
Yardım kampanyalarını paylaşmaya devam ediyoruz. Kendi geleceğimizden de endişeliyiz. Bu yeni çağa uyum sağlamakta zorlanıyoruz. Sosyal paylaşım yerlerindeki arkadaşlarım, hesaplarındaki arkadaş sayısını artırmak için teklifler yolluyor. Paylaşımlarına beğeni yapılmasını bekliyor. Ne kadar da yalnızız. Dışarı çıkıp arkadaş edinmek zorlaştı, kahvelerimizi ve içkimizi tek başına, evde içmek zorunda bırakılıyoruz. Çay bile cüzdana fazla geliyor.
İmza kampanyaları sürüyor. Yardımlar sürüyor. Hepimiz eskisi gibi olamayacağız. Emo bile değişti. Yavrusu eve gelmeden önce ve yavrusu geldikten sonra. Şimdi Emo, Karadut’la oynamak istiyor. Karadut ise istemiyor. Yavru kızgın sesler çıkarıyor. Emo, bu eve ilk geldiğinde çok korkaktı. Kendisine hiç dokunamıyordum. Onun kadar ben de ondan korkuyordum. O kara bir kedi. Başkalarının uğursuz bulduğu kedilerden. Sokaktaki kara kedileri gördüğünde korkuyla onları kovan insanlar olduğunu biliyordum.
Emo ilk yıllarda kutuların içine giriyor, kendini orada güvende hissediyordu. Çok korkak bir kediydi. Kapı zili çaldığında bir köşeye saklanıyordu. Yıllar önce çiftleşmesi için kızın evine gönderdik ama korkusundan koltuk arkasından çıkmamış. Korkmaktı. Bu yıl kendisi çiftleşmek istedi. Eve tatlı bir dişi kedi geldi. Kupa’yı çok sevdim. Emo da çok sevdi. Dört gün anneyi misafir ettik. Onu gönderdikten sonra da kısırlaştırdık. Dört ay sonra dişi yavru eve geldi ve Emo ona baktı. Hatta bir gün mucuk mucuk sesler işittim. Baktım Emo, Karadut’u emziriyor. Oğlum kızmak istedi. “Kızma, büyüyecek nasıl olsa. Büyüyünce de yapmayacak. Bırak dilediklerince yaşasınlar. İkisi de çok mutlu, baksana.”
Son günlerde kızıyla ilgilenmez oldu. Bu Karadut’un tavrından kaynaklanıyor. Emo artık bana da zaman ayırıyor. Çok iyi bir gelişme. Fakat Karadut da Emo kadar korkak çünkü korkuyu ondan öğrendi. Ona her şeyi, evcil yaşamayı da dahil, Emo sabırla öğretti. İkisi de mutlu.
Bir yanıt bırakın