SİL BAŞTAN – 14 Şubat 2023/Salı
Bugün üzerinden yeni bir geçmiş yaratmaya çalışıyorum. Geçmişin hayaletlerini sevimli kılmak için değil, onlara bir şekilde dil çıkarmak için. Gelecek için de yazmaya çalışıyorum. Yarın daha güçlü olarak ayağa kalkacağım. Umut. Her düştüğümde ayağa kalktığım gibi olabilir. Ya da her ameliyat sonrasında yeniden hayata döndüğüm gibi. Öyle sanıyorum ki kolay kolay ölmeyeceğim. İki ameliyat geçirdim. İkisi de riskliydi. Riski göze almıştım. İlk ameliyatım açık kalp ameliyatıydı. Üç damar değişti. Damarlar sağ bacağımdan alındı. Halen bacağımda bunun izleri durur ve bana anımsatır. “Kızım senin ölümden kaçıncı dönüşün?” Kalbim daha rahat atıyordu. Ritmi düzelmişti fakat geç fark ettiğim için etkisini bırakmış, bana kendini anımsatıyordu. Bir hafta boyunca kalp krizi geçirdiğimden habersiz yaşadım. Sezmiş ve ölümü beklemiş de olabilir, hastaneye geç gidişimin nedeni. Pandemi döneminde ölümcül olan, birçok yakınlarımızı kaybetmemize neden olan Covit de olabilirdim. Beklemekten ve emin olmaktan yana olmuş da olabilirim. Arkadaşım J. ile telefonda konuşmuştum, bana hastaneye gitmemi Covit olabileceğimi söylemiş olmasaydı hastaneye gitmezdim. Kardeşim arabasıyla acile götürecekti. Sonra ayağa kalkamayacak, yürüyemeyecek kadar güçsüz olmam nedeniyle ambulans çağırmıştı. Ambulansla acile giriş yaptık. Şikayetlerim Covit şikayetleriydi ama doktor beni dinledikten ve gerekli kan tetkiklerini yaptıktan sonra tam da beni unuttuğunu düşündüğüm sırada yanıma gelmiş, “Kalp krizi geçiriyorsunuz ya da geçirdiniz,” dedi. “Sizi bir başka hastaneye göndermemiz gerekiyor.” Kardeşimle konuştum ve en yakın hastaneye gitmek istedim. Şehrin içinde değil bize en yakın olanı. Ambulansa bindim, genç bir kadın bana eşlik ediyordu, kapı kapatılırken aşağıdaki adam “Dikkat et, o bir bipolar,” dedi. Kadın da “Olsun. Bir şey olmaz,” yanıtını verdi. Bipolar olarak kimseye zararım olmamıştı. Arkadaşlarım da -sosyal ağlardaki- öyle. Biz sadece kendimize zarar veriyorduk. Ölüm düşüncesi ve denemeleri. Özkıyım düşüncesinden dolayı suçlu değilim. Bu bir rahatsızlık. Bunu biliyorum, yaşadım. Buna rağmen başkalarının asansörde bizim gibi insanlarla yalnız olmaktan korktuklarını biliyorum. Bipolarları tanımıyor, anlamıyor kimse. Hatta yakınları bile.
Ameliyat kararı verildiğinde hemen kabul ettim, çünkü hastaneden yürüyerek çıkacak gücüm ve nefesim yoktu. “Ne isterlerse kaç paraysa veririm. Ameliyatı kabul edin,” dedim. Yalnız kaldığım sürece düşünmemeye çalıştım. Oğlumu aradım telefonla. Ameliyat olacağımı söyledim. Yurt dışında olduğu için gelmesini istemedim. Bir ara gözlerim doldu, gözyaşlarımı sildim elimle. Oğlumu düşününce… Ölü bir anne… Her ölüm erkendir, denir ya, bunu düşünerek içim rahat etti. Teyzemi düşündüm. Erken ölmüştü. Dayım da genç yaşlarında kalp kriziyle aramızdan ayrılmıştı, o saz çalmayı ve türkü söylemeyi çok severdi. Yarım kalmış birkaç dosyam vardı. İstanbul üzerine çocuklar için değişik bir kitap yazmayı düşünüyordum. Kitapları toplamıştım. En pahalı kitap, dört yüz lira verdiğim kitap olmuştu. Yayınevi maaliyeti karşılayacağını söylemişti. Alımlardan sonra tutarı söylediğimde “Altı yüz lirayı geçmez diye düşünmüştüm,” dedi. İki bin iki yüz lira olduğunu söyledim. Buradan sağ çıkarsam parayı almayacağım.
Ameliyat tarihim 10 Kasım’dı. Sabah erkenden kalktım, soyundum, hazırlandım. Tetkikler için doktorların muayene etmesi gerekiyordu. Saat dokuza kadar yapabildiğimiz kadar kontroller yapıldı. Saat tam dokuzu beş geçe herkes işini bıraktı ve saygı duruşunda bulundu. Ben de sandalyemden kalktım ve Atatürk’ü saygıyla andım.
Ameliyattan çıktığımda saat geç olmuş olmalıydı. Benden sonra aynı ameliyata giren adam yanımdaki yataktaydı. Boğazımda bir zorlama oldu. Ne yapacağımı bilemedim. Nefes alamıyordum. “Nefes al! Nefes al!” diye bağırdılar panikle. Nefes almayı unutmuşum. Gözlerimi açamıyordum. Çok susamıştım. Kana kana su içmek istiyordum. İstedim. Az da olsa içmeme izin verdiler. Ben isteyince yan yataktaki adam da istedi. Kendimi biraz toplayınca odama çıkardılar. Sağ bacağımın rengi ciğer gibiydi. Derisinin soyulduğunu düşündüm. Öksürük nöbetlerim tuttu, balgam kanlı çıkıyordu, taze kırmızı kan. Öksürdükçe ağrım oluyordu. Göğsüm ağrıyordu. Kaburgamın kesildiğini düşündükçe içim fena oluyordu. Kendime gelince oğlumla konuştum. Göğsümdeki ameliyat izi kaldı. Bir yıl sonra da diğer ameliyatım oldu.
Bu anlatılarla geleceğe nasıl tutulması gerektiğini anladım. Yaşamak için yaşamak. Umutlu olmak için umutlu olmak. Düşlemek, düştükçe kalkmak, engellerle karşılaştıkça direnmek ve sonrasında dingin bir dönemi beklemek. Beklemek. Bir kedi kadar sessiz, kıvrılmış yatarken sıcak bir süt düşlerken…
Emo ile Karadut beni yalnız bırakmıyorlar, şimdi yatak odama geçmemi bekliyor. Uyukluyorlar. Düzensiz yatıp kalkmalarım onların ritmini de bozuyor. Uyku saatleri kadar yemek saatleri de belirsiz. Canım salep istedi, evde yok ki.
Emo ile Karadut koridora çıktı. Ben de peşlerinden… Bir süre yanlarında bekledim. Ne istediklerini biliyorum ama anlamazdan geliyorum. Karadut çalışma odasının kapısının önünde duruyor. Bakışlarını kapıya dikmiş. Kapıyı açıyorum. Mama kabı içeride, girmesini bekliyorum ama o ilgisin görünüyor. Sonra Emo’ya bakıyor. Emo bana bakıyor. Karadut içeri girmeyince mama poşetini açıyor, ölçü kabıyla mama alıyor, Emo’nun koridordaki mama kabına koyuyorum. Karadut içeri giriyor ama mama kabının başına geçmiyor, sandalyenin altında oturuyor. Ben de çalışma masasının sandalyesine oturup bekliyorum. O, Emo’nun mama yiyişini dinliyor. İş tamam, artık dışarı çıkabilir. Mamaya dokunmadan dışarı çıkıyor. Karadut’un yaptığı tam bir eylem. Emo karnını doyursun diye… Bir süre sonra Emo salona giriyor. Karadut’u arıyorum, onu koridorda, Emo’nun bıraktığı mamaları yerken buluyorum.
Yuka’mın çiçekleneceği zamanı bekliyorum. On iki yıldır benimle kendisi. Bayıcı bir kokusu var çiçeklerinin. Sarhoş edici özelliği de olmalı.
Oğlumu arıyorum, telefon çalıyor ama açmıyor. Sonunda konuşabildik. Sesi her zamanki gibi donuktu. Yatıyormuş, bu yüzden telefonu duymamış. Depresyona girmesinden endişeliyim. Yoksa depresyona mı girdin, diye sorunca “Zaten hep depresyondayım,” dedi. Ben de, diyebildim. İki gündür yatağa mahkum oldum. Yemekten kesildim. Sadece ilaçlarımı düzenli alıyorum. Düzenli olan başka bir şey yok. Televizyon kanallarından haberleri takip etmeye çalışıyorum. Uzun süre ne izleyebiliyor ne de okuyabiliyorum. Deprem bölgesinde akrabaları olan, başka illerde ve İstanbul’da yaşayan arkadaşlarımı aramayı unutmuşum. Kaç gün sonra sosyal medyadan yaptıkları paylaşımlardan öğreniyorum acılarını. Ne söyleyebilirim ki, baş sağlığı dilemenin dışında. “Daha düne kadar enkazda sesleri geliyormuş ama ne yaptılar? Vinçleri enkaza soktular, diri…” Vücudum buz kesiliyor bir anda. Ürperiyorum. Üzgün olmam hiçbir şeyi geri getirmiyor. “Yabancı arama kurtarma ekipleri geri döndü. Neden? Daha fazla bu suça ortak olmak istemiyorlar.” Birkaç konuşma… “Dün okudum, sağlam binalar yapılması için yapılması sarsıntıların bitmesinin beklenmesi gerekiyormuş. Sarsıntılar sürdüğü sürece beton dökülmemeliymiş. Kentin yapılarını yapmayı unutmak…” Her yerde sansür. Konuşmalarımızda da yazdıklarımızda da…
Telefonu kapattıktan sonra yattım. Çocuklarımı yani kedilerimi görecek durumda değilim. Onların da mama saatleri düzensiz. Aç kalmamaları için mama kaplarını dolu olarak koridorda tutmaya başladım. Karadut yine de çalışma odasının kapısının önünde durup kapalı kapaya bakmaya devam ediyor. Kapıyı açıyorum ama içeri girmiyor. Kaç gündür açlık grevi yaptığını saymadım. Yaş mama da istiyor olabilir.
Dün bir ara J. ile görüştüm. Bana yazmam için hikâyeler anlatıyor. Aşk hikâyeleri. Ona gülüyorum, benim romanlarıma aşk giremez. Bu kadar depresyonu aşk taşıyamaz, gerçek gibi durmaz. D.’yi anlatıyor ve gülüyor. “Düşünsenize muhteşem bir aşk.” “Ne demezsin ya. Romanım ya da günlüğümde aşkı yazdığımı düşünsene, samimiyeti kaybolur.” “Aşk olmayan romanlar az okunur.” “Amerikan filmler bu işi gayet iyi beceriyor.” Birlikte nasıl yapabiliriz bunu düşünüyorum. Gerçekten aşkı sevgiye dönüştürüp birlikte olabilir miyiz? Yoksa kurgularda mı kalacaktı. Şimdi anımsadım geçenlerde okuduğum kısa yazıyı. Feminist bir kadın aşk ve sevgi bitince ayrılacağını ama bunun aşkı yaşamasına engel olamayacağını yeniden aşık olacağını haykırıyordu. Bir yazı için, haykırmaktan söz edebilir miyim, bilmiyorum. Bana öyle geldi. Zaten hayatta böyle bir şey sadece mücadele, sonsuza dek sürecek bir mücadele.
J.’nin anlattığı hikâyeler yaşanmış hikâyelerdi. Birinci ağızdan. Anlatıldıktan sonra da kurgu olmaktan öteye gidemedi. Bir de ben kurgularsam, hiçbir gerçekliği kalmayacak. Tutku. Özlemek. İstemek. Cinsellik. Aşk. Heyecan. Kaygı. Korku. Kıskançlık. Bunları kapsayan bir aşk hikâyesinde herkes kendinden bir şey bulur. Ona yeni bir romana başladığımı söyledim. Konusunu anlattım. Konuyu beğenmişti. “Bir olay ve aşk hikâyesiyle çok güzel bir roman olur.” Bende eksik olanın olay olduğunu söylüyor. Yayıncımdan söz ediyorum. “Bu arada yazmam gereken çocuk öyküm var. İkisini aynı anda yazabilecek miyim, bilemiyorum.” “Siz yaparsınız.” Evet, istersem yaparım ama ona bilmediğimi söylüyorum. Bir başka arkadaşım yazmaktan hemen vazgeçtiğimi, heyecanımın geçtiğini bu yüzden bir oturuşta yazmamı söylemişti. Kardeşim de benzer bir şey söyledi. “Kafanda karar verdikten sonra bir oturuşta yazarsın sen.” Onların bildiğini bilmediğimi fark ettim.
Bira içtim, midem kötü oldu. Açtım üstelik. Aklıma yemek gelince bulantı hissediyordum. İlaçlarımı geç bir saatte aldım, hatta uyuyup kalmamak için kedilere sardım. Benim onları kucağıma almamdan hoşlanmıyorlar. Yine de bakıcıları olduğum için sınırlı olmak şartıyla seslerini çıkarmıyorlar. Çok geçmeden sıkılıyorlar ve miyavlamaları tehdide kadar varıyor. Baş ağrım için ağrı kesici mi alsam?
Birkaç sayfa roman okudum. Çok ağır geldi. Bu nedenle bir oturuşta sayfalarca okuyamıyorum. Türkçenin bu denli zengin olduğunu görmek güzel. Çeviri çok iyi sayılır.
Arkadaşlarımla ve kardeşimle uzun uzun konuştum. Bir araya gelme şansımız var ama yok. Bugün kendimi iyi hissetmiyor, yataktan çıkmak istemiyorum. E.U. biraz moral olur, geleyim, dedi, ardından benden ses çıkmayınca “İstemiyorsun,” dedi. “Evet. Başka bir gün olsa…” “Kapatayım o zaman telefonu.” Hayır, kapatma. Kitaplardan konuşalım.” “Sen başla. Ne okuyorsun?” Günde on sayfa okuduğum bir roman var. Babam için yazacağım çocuk öyküm için de kitaplara henüz başlamadım. Yazmam gereken bir roman var. “Bir romana başladım.” “Çok sevindim. Konusu ne?” Kısaca anlattım, konuyu çok beğendi. Ben de bu konuda yazmak isterdim, dedi. “Yaz. Hiçbir zaman aynısı olmayacaktır, inan bana, yaz.” “Yazacak durumum yok, yemek yapmak çok vaktimi alıyor, ev işleri, kayınvalidem…” O bir yazar, birkaç kitabı var. Ödüllü yazarlardan. Fakat bu öykülerini kitaplaştırmadı. Sivri dilimden, doğruculuğumdan, diyor. Onu her edebiyat etkinliklerinde görmüş olabilirsiniz. Belki de bir kuş gözlemcisi olarak bir yerlerde karşılaştınız. Köşe yazılarını okudunuz. Kitap tanıtımlarıyla ya da sinema ve tiyatro üzerine yazdığı yazılarıyla karşınıza çıktı ama siz isimleri aklınızda tutmayı unutuyorsunuzdur. Evimize gazetenin girmiyor olması bir şey okumadığımız anlamına gelmiyor. İnternet bütün sorunları çözer ve bize ulaşır… “İstediğinde yine ara olur mu?” Sahi onu dün ben aramıştım. Ancak dönüş yapıyor. Zamanı anımsamak, olayları kronolojik sıralamaya koymak. “Şimdi editörünle ne zaman buluşacaksın?” “İki hafta sonra…” “Ne kadar yazdın?” Düşündüm. Yanıtımı geç verdim. “Tamam tamam sen çalış. Seni rahatsız etmeyeyim. Heyecanlısın. Heyecanın biterse yazamazsın. Bir an önce otur yaz, bitir.” “Şimdiden vazgeçmeyi düşünmeye başladım. Yani dün düşündüm de…” “Güzel konu, bence yaz.” Yazdığım üç sayfanın altından devam ettim romanıma. Olmuyordu. Giriş paragrafı bir türlü yazdıklarımın arasından çıkmıyordu. Hepsini sildim. Yeni baştan başlamam gerekiyor. Yorgun bir şekilde uzandım, uyumuş kalmışım. J. aramış. Uyanınca ona kısa bir mesaj attım. Bugün sevgililer günü. Yemeğe çıkacaklardı. Bir yıl önce bugün benim kötü huylu tümörüm alındı. Bir yılı doldurmuşum. Göğsümün altındaki kitleyi fark ettikten iki ay sonra ameliyat oldum. Bütün tetkikler yapıldı. PED de çekilmişti. Başka yerde metastaz yoktu. En büyük korkum akciğerlerime metastaz yapmasıydı. Çünkü tümör kaburgamın üzerindeydi. Zor fark edilen, çok ender rastlanan bir tümörmüş. Fark etmiş olmam büyük bir umut vermişti. Kalp rahatsızlığımdan dolayı ameliyat riski taşıyordum. Kan sulandırıcıları ameliyattan bir hafta önce almayı bıraktım. Gözlerimi açtığımda göğsüm ağrıyor ve yatakta doğrulamıyordum ama iyiydim. Üç gün sonra telefonlara bakacak duruma geldim. Oğlum beni hiç yalnız bırakmadı, çok kaygılıydı. Ameliyat sonrası bakımda zaman zaman yalnız kaldık. Bana çok güzel yemekler yaptı. İki ay sıkıntım yoktu, tek sıkıntım anlamakta zorlanıyordum. Kontrollerde, muayenelerde hep yanımda oldu. Doktorlarla o konuştu. En çok üzüldüğüm ona aynı soruyu defalarca sormamdı. Zoom üzerinden yapılan edebiyat söyleşilerinden uzak kalmak istemiyordum ama anlatılanları anlamıyordum. Ağrılarım yoktu ama hareketlerim kısıtlıydı. İki ay sonra başlanan kemoterapi süreci ağır geçti. Ağrılarım çok fazlaydı. Salondan mutfağa yürüyemiyor, yapılan her yemeği yiyemiyordum. Ağzımdaki metal tat mide bulandırıcıydı. Saçlarım ikinci seansta dökülmeye başlamıştı. Artık saçlarımı kestirme zamanı gelmişti. “Saçlarımı kesebilecek misin? Üzülmezsin, değil mi?” diye sordum. Çünkü o kesebileceğini söylemişti. Banyoya gittik, annem omzuma tülbent koydu. Oğlum tıraş makinesini aldı ve… Bir yandan onunla konuşuyor, diğer yandan da üzerime düşen saçlarımla oynuyordum. Üzülmüyorum, yine çıkacak nasıl olsa. Üzülüyorum, bu şekilde nasıl dışarı çıkabilirim? İnternet üzerinden aldığım bütün boneler felaket çıkmıştı. Kardeşimin aldığı perukla idare edebilirdim ama evde kullanabileceğim bir şey olsun istiyordum. En büyük korkum zayıflamaktı. Bunun olmasını asla istemiyordum. Ne söyleyebilirim bir başkasına? Kanser olan bir arkadaşıma ne söyleyeceğimi bilemem. Ne söylenebilir ki? Sessizliğin acıyı paylaşmak olduğuna inanırdım. Taksi şoförünün böbreğindeki tümörün kötü huylu çıktığını halasına anlatırken ağladığına tanık oldum. Geçmiş olsun bile diyememiştim. Onun korkusuna ortak olmuş, korkusunu beslemekten de korkmuştum. Neden çalışıyordu ki? Hayatın devam etmesi gerektiğinden olmalı. Ben ağlamadım sanırım. Yıllarca kistler için doktorlara gidiyor tetkikler yaptırıyordum. Alışkındım. Zamanında çok ağlamıştım. Hem oğlum, annem, kardeşlerim ve oğlumun babası da yanımdaydı. Neden ağlayayım? Mehmet abiyi de ağlarken görmemiştim. Oğlumun amcasını ziyarete giderken çok korkuyordum, ya ona olumsuz duygular hissetmesine neden olacağım bir şeyler söylersem! O beklediğimin de tersine güler yüzle karşılamıştı beni. Tanınmayacak kadar zayıftı. Zayıflamak istemiyorum. O günleri yazarken yazdıklarımdan daha fazlasını anımsadım. Birçok şeyi unuttuğum da doğru. Hastalığım hakkında ayrıntılı bir bilgi veremem örneğin. Latince kelimeler kullanamam.
Kardeşimi aradığımda yatmak üzerlermiş. Annem roman yazacakmış. Arkadan onun sesini işitiyorum. “Ahbap Çavuş Köyü” diyor, adını vermiş romanın. “Bence sen yaşadıklarını yaz,” diyorum. Sesim dalgacı çıkıyor. Ahbap çağrışımlar yapıyor. Yeni bir köy yaratmaya çalışacakmış. Eskiyi anımsatan bir köy ama insanlar da eski olduğu için bugünün romanı olamayacak. Bugünün romanı diye bir şey yok aslında. Romanımı yıllarca neden yazamadığım açık ve net. Tekrar etmek istemiyorum. Yorgunum. Bölük börçük bir şeyler anlatıyorum kardeşime, sesimi annem de duyuyor yanıt veriyor. Annem bulmacada çıkan bir soruyu soruyor, tıbbi bir soru. Bilmediğimi söylüyorum. “Her şeyi bilmek zorunda mıyım? Hastalıklarım hakkında en iyi şekilde kendimi donatmak zorunda mıyım? Bipolar, açık kalp ameliyatı, kanser, şeker, kolesterol… Her şeyi bir uzman kadar bilmek… Ben depreme dayanıklı binaların yapım tekniklerini öğrenmek orunda mıyım? Herkes kendi işini iyi yapsa ya…” Yıllar önce, seminerler vermek için yurtdışından gelen yabancı veteriner hekimlerin sadece bir hastalıkta uzman olmalarına imrenerek bakardım. Kanatlı Hayvan Hastalıkları üzerine çalışıyordum. Salmonella üzerinde uzman olmayı hayal ederim. Kanatlılarda Salmonella. Hâlâ bir konuda uzman olmak gibi bir isteğim var. Çocuk kitaplarında belki. Yetişkinler için ikinci romanımı yazmak, kendime yazar diyebilmem için gerekli. “Bugün sevgililer günü…” diyorum anımsamıyorlar bir yıl öncesi. Annem günümü kutluyor. “Biz sevgili değiliz,” diyorum. “Sevdiğin kişi sevgilin sayılır. Ö. bugün beni aradı kutladı.” “Sevgilisi olsaydı seni aramazdı.” Sevgili sevmenin ötesindeki aşktır. Aşk birlikte yaşayabilmektir. Kardeşimi arkadaşı telefon açmış. “Bugün sevgililer günü arkadaşlarım ya eşleriyle ya da sevgilileriyle. Sen yalnızsın, belki buluşur çay içeriz, diye düşündüm. Buluşalım mı?” Gülüyorum. Herkesi içki içerken, onları da çay bahçesinde çay içerken görüyorum. “Tarihte aşk kaç yıl önce başlamıştır?” diye sordum. “6000 yıl önceye tarihlenen, 18 ve 20 yaşlarında iki gencin, birbirlerine sarılmış halde iskeletleri bulunmuş.” “Kemiklerde kırık var mıymış?” “Yok, şiddete dair bir bulgu yokmuş. Baldıran içmiş olabilir,” diyor kendi diyor, kendi fikrini söylüyor.” “O tarihlerde zehir var mıydı ki?” “Olabilir. Antik Yunanda vardı.” Tarihe yolculuk yapıyoruz. Avcı toplayıcıdan sonra ilk tarıma geçiş, yerleşik hayatın başlaması, yazının bulunması ve para… Ya gelecek? “Geleceğe dair bir tahayyülün var mı?” “Yok,” diyor. “Senin var mı?” “Var. Biz kimiz beyaz yakalı mı?” “Evet.” “Bizim yaptıklarımızı robotlar yapıyor ve biz de ortadan kalkıyoruz. Tüketime verecek paramız da olmadığı için üretmeye de gerek kalmıyor. İlkel toplumlar değişmiyor zaten onların tüketime katkısı yok. Artık beyaz yakalılara öfkeleri de yok. Kitap yok, internet yok, biz de ilkel topluma dahil oluyoruz. Kavga son buluyor. Çevre kirliliği de yapmıyoruz. Fakat bir grup da var ki onlar robotlarla, uzay araçlarıyla her şeyi yapıyor. Bizim bugünün evcilleştirilmiş hayvanlarından farkımız kalmıyor.” “Hıım.” Sanırım beğenmedi. Ben aşkı düşünüyorum, genç çiftlerin iskeletlerini. Konuyu yeniden açınca bana haberin lingini gönderiyor. “Hadi artık saat geç oldu, yatalım,” diyor annem. Kardeşim gülüyor. “Annem romanını yazsın. Yarışmaya yetiştirirse iyi olur,” diyorum. Daha önce yarışma olduğunu ve katılmak istediğini söylemişti ama konusu henüz belli değildi. Demek ki belirlemiş. Bilgisayarda yazsın diyorum ama kullanamazmış, çocuklara yazdırırım diyor. Çocuklar yani biz… “Sen yatmayacak mısın?” diye soruyor kardeşim. Bilmem.
Bir yanıt bırakın