KİTAPLI KEDİLİ GÜNLÜKLER – 7 Kasım 2023 / Salı
Yeni neslin anlamını bilmediği kelimeleri konuşuyorduk. Annem, ablam ve ben. Çok iyi eğleniyorduk. Annemin söylediklerini ben bilmiyorum ama ablam biliyor. Oğlumun da bilmediği bir kelime vardı. Tehir. Oğlumla aramızda geçen konuşmayı aktardım.
Havaalanındaydım. Telefon açtım. “Uçak tehir etti,” dedim. Bir şey söylemedi ama ben yanlış kelime kullandığımı fark edip düzelttim. “Uçak rötar yaptı.” “Ben anladım ne demek istediğini,” dedi. “Bu kelimeyi biliyor musun?” “Bilmiyorum. İlk kez duyuyorum.”
Biz tehir kelimesini günde beş on defa duyar mıydık? Duyardık sanırım. Trenler hep tehir ederdi. Kafamızda birden çocukluğumuz ve tren istasyonu canlandı. Babamızı da analım dedik. Demiryolcu çocuklarıydık. Günümüzde kullanılmayan ya da çok az kullanılan ve az bilinen demiryollarıyla ilgili kelimeleri anımsamaya çalıştık. Hatırlamakta bir hayli zorlandık. İnternetten de yardım aldık. Ne olduğunu biliyoruz ama kelimeyi bulamıyoruz. Apoletler, biletler, çalışanlar, alfabeler, iletişim araçları dışında on iki kelime çıkardık. Her birini not aldım. Yazmayı denemeye karar verdim.
Torbalı İstasyonu. Adına “ada” verdiğim peronda, istasyon dairesinin dışında, üç ailenin kaldığı lojmanlar vardı. Buna ek olarak misafirlerin kaldığı iki oda bulunmaktaydı. Ada tamamen demiryollarının ortasındaydı. Önünde dört yol, arkasında iki yol vardı. Ön taraf adını verdiğimiz demiryolundan İzmir Denizli trenleri geçerdi. Arka tarafta ise Bayırdır, Tire, Ödemiş trenleri geçerdi. Demiryolunu kesen araç yolunun üzerinde öndeki ve arkadaki demiryolu için iki bariyer vardı. Bu bariyerler tren gelmeden önce trafiğe kapatılırdı. Bariyerler inerken ve kalkarken çok sevdiğim sesleri çıkarırdı; tan… tan… tan… İstasyona paralel uzanırdı yerleşim yerleri. Ön taraftaki sırt sırta vermiş kerpiç evlerin önünde raylar, arasında da araç yolu olurdu. Arkaları ise tarlaydı. Daha çok pamuk yetiştirilirdi.
Sabah uyandığımda trenleri ben karşılayacakmışım gibi giyinip dışarı çıkardım. Yine öyle yaptım. İstasyon dairesinin kapısının önüne geldim. Babam beni görmüyordu, çünkü önündeki telgrafta bir şeyler yazıyordu. Makinenin tıktıklarına odaklanmıştı. Mors alfabesiyle diğer istasyonlarla haberleşiyordu. İşinin bitmesini bekledim. Biraz daha büyüyünce babam bana mors alfabesini öğreteceğine söz vermişti. Telefon çaldı. İlginç bir telefon. Sesini duymaktan mutlu oluyorum. Zırrr, zıırrr diye bağırıyordu sanırım. Ağzının içine alacakmış gibi bir şey tutardı gövdesini. (Bunun adını hatırlamıyorum, aklımıza gelmemiş.) Bir başka tarafı da kulağına yaklaştırırdı. Birkaç defa elime almış, kulağıma dayamıştım ama kimseyle konuşmamıştım. Babam çok geçmeden sandalyesinden kalktı ve yanıma geldi. Dışarıda oynamamı söyledi. Kırmızı şapkasını başına takmamıştı, bu demekti ki tren gelmiyor. Onun dışarı çıktığını gören yolcular her zamanki gibi ayaklanıp ona doğru yöneldiler. “Tren tehirli gelecek,” dedi. “Ne kadar gecikecek?”
Bekleme salonunun girişinin yanındaki büyük kantara çıktım. Zemini düz olduğu için top oynamak çok zevkli oluyordu. Peronun döşeli taşları arasında top kendi istediği yöne gidiyor, oyunun eğlencesi kalmıyordu. Bu kantarda biz de tartılıyorduk.
Makasçı elinde kırmızı ve yeşil iki bayrağıyla çıktı. Bisikletine bindi ve makasa gitti. O makas başında bayraklarını sallamadan tren geçemez.
Bekleme salonuna girdim. Boş bir banka oturdum ve yolcuları izledim. Ortada büyük bir masa vardı, etrafında da banklar… Benim en çok sevdiğim şey gişenin önündeki demir çubuğa asılıp sallanmak. Yolcuların sıraya girmesi için koyulmuştu. Sallanmaya başladım ama gişe açılınca babamı gördüm, hemen gidip oturdum. Gişenin önünde, bilet almayan yolcular sıra oldu. Tık tıktık. Tık tıktık. Küçük, dikdörtgen şeklinde; pembe, mavi, yeşil, mor pastel renklerdeki küçük sert kâğıtlı biletlere yıldız yıldız delikler açılıyor.
Salon boşalmış, yolcular peronda bekliyor. Ben de yolcular arasında treni beklemeye başladım ama gözüm babamda. Onu kırmızı şapkası başında, elinde disk ile daireden çıktığını gördüm. Lacivert takımların içinde çok yakışıklıydı. Ceketinin iki yakasında apolet vardı. TCDD amblemi sarı zemin üzerine işlenmişti. Peronun ucunu geldi, diskin kırmızı yönünü kaldırdı. Perona yaklaştım, gelen trene baktım. Ne güzel bir gelişi vardı dumanlarını savura savura. Babamın olduğu yere gelip durdu tren. Ne muhteşem bir şey. Yolcu vagonunun birinden ilk inen kondüktör oldu, onu yolcular izledi. Lokomotifin hemen arkasındaki furgondan memurlar indi. Bu furgonlarda, kardeşimle birlikte çok yolculuk yapmıştık. Memurlar, ineceğimiz istasyona kadar bize göz kulak olurlar, sonra da ineceğimiz istasyonda bizi karşılayan akrabamıza teslim ederlerdi. Babamla konuştular.
Annem ve kardeşim en arka vagondaki furgona bindiler. Orası doktor Selim amcanın muayenehanesi. O bizi sık sık muayene eder, gerekirse reçete yazar. “Öksür.” “Ağzını aç, aa de bakayım.” “Derin nefes al,” derken buz gibi steteskop sırtımıza dayanırdı. Annemler indiler. Babam onları gördü ve kondüktörler düdüklerini öttürdü. Peronda yolcu kalmadı. Araç yolu bariyerlerle kapatıldı. Tan tan diye ses çıkardı bariyerler. Tren yine babamın diskin yeşil tarafını kaldırarak trene yol verdi.
Buraya kadar sadece on iki kelimenin üçünü kullanmışım. Furgon, disk ve kondüktör.
Bir yanıt bırakın