KİTAPLI KEDİLİ GÜNLÜKLER – 26 Kasım 2023 / Pazar sabahı saat 07:30
Hiçbir şey eskisi gibi değil. Yaş ilerleyince “Aldığın yolla, geldiğin nokta bu mu olacaktı?” diyor. “Yani burası için miydi, onca çaba, onca emek ve arzu?” Köylere ulaşılmış, elektrikle birlikte televizyon da girmişti aralarına. Yollar açılmıştı. Kente gidince gördükleri elektrikli aletleri evlerine taşımışlardı. Hayatlarını kolaylaştırıyordu. Yabancılar geldiler. Dostlardı. Sıcakkanlı ve çocuklar kadar saf masum. Her akşam köy halkı hep birlikte otururlarken onları da içlerine alıyorlardı. Öğretmen, doktor, hemşire… Onlara hayranlardı. Dostlukları, yardım severlikleri, sevgileri… Ama illa ki öğretmen olacaktı sevdikleri. Kimi güneşi gösterip adına “güneş” denildiğini öğretti. Hayal kurmayı, sevmeyi, sevilmeyi, arzuyu, umudu; kendi dillerince, kent diliyle… Oysa hepsinin kendi dillerince adları vardı, kelimeleri vardı ve biliyorlardı. Efsaneleri, masalları, öyküleri, ozanları, hikâye anlatıcıları… Hiç kimseye, hiçbir şeye ihtiyaçları yokken, ihtiyaçlar yaratıldı. Öğretmen, doktor, hastane, yol, kitap, televizyon, buzdolabı… Televizyon kanallarında röportaj adı altında sorular soruldu. Caminin bir odasında okuma yazma öğretirken imam. Her yaştan öğrenci vardı. İmam dedi ki “Bir yere gittiklerinde işlerini yapabilmeleri için okuma yazma bilmeleri gerekiyor. İmza atmaları isteniyor.” İmza köyde atılmıyordu önceden, yani yol gelmeden önce kapalıydılar kendi içlerinde. Çocuklara soruluyor. “Sen de okuyup doktor olmak ister misin?” “Büyüyünce ne olacaksın? Okuyup doktor mu olacaksın? Öğretmen mi? Avukat mı?” Okul yok. Sorular şaka gibi. Şimdi oralarda iki kişi bir araya gelip sohbet etmiyor. Kentlerdeki yalnızlık aralarına sızdı. Birbirlerinden çok uzaklar. Arayıp sormuyorlar bile. Kente çalışmaya giden gençler, okuyan çocuklar… Bir önceki kuşakların çabaları… Şimdi anlıyorlar ne yaptıklarını. Kendilerini kandırmaya devam ediyorlar ama çocukları anımsatıyor gerçekleri. Arzu yok, istek yok, bağımlılık yapan maddelere… İnsanın nasıl yaşamak isteyeceği hakkında hayalleri yok. İşleri yok. Sabırları yok. Hoşgörüleri yok. Sevgileri yok. Aşkları bile yok. Kimseyi arayıp sormuyorlar. Kimseyi hiç kimseyi. Anne babalarını da. Analık babalık dersleri veriyorlar. Bilmiyorlar. Kurtuluş Savaşı vermiş bir kuşağı anan ikinci kuşak da yok olduktan sonra… Bilmiyorum ne yapacaklar. Ama birileri biliyor ve insanların kader dediği yazgıyı ona göre yazıyorlar.
Ah Onat Kutlar ve İshak’ı!
“Neden müteahhide vermiyorsunuz evinizi? Kapı önünde taburede oturacağınıza balkonda keyif yaparsınız.” “Keçilerim ne olacak? Komşunun osuruğunu da duymak zorundayım, kokusu gelmese bile sesi…” Gülüyor. Üzerinde şalvar basmadan. Sıcakta serin, soğukta sıcak tuttuğu için tercih ediyor. Keçilerimi seviyorum, kıyamam diyor. Gelenekleri yaşatmaya çalıyorlar.
“Unuttular bizi Huzurlu Günler dedikleri yerlerde.” Onlarca kişiler; aynı yaşta farklı sağlıktalar. Horoz ne zaman erken ötecek, diye kurulmuş horoz biblolarını masalarının üzerinde tutuyorlar. Bekliyorlar. Sırayla… Soğuk bedenler çıkıyor kapılardan, ağır ağır; gözyaşlarıyla uğurlanan…
“Okula gitmek istemiyorum,” diye ağlamıştı yıllarca. Hâlâ nefret ediyor okuldan… Her türlü çalışmadan.
Ah Onat Kutlar ve İshak’ı.
Bir eserle sohbet bu olsa gerek. Okurun yolculuğu. Kendisini bulamayacağı bir yerde şimdiki zamanda.
Ah çocukluğum, gençliğim saf masum. İnsanı alıp götüren sonra da bırakıp giden dizeler, satırlar, paragraflar. Eskisi gibi olmayan hiçbir şey ama hiçbir şey. Kitaplar da olmasa… Geç kalınmış bir buluşma. Ah annem, ah babam. Çocuğum, eşim, kardeşlerim… Yarım kalmış hayallerim, düşlerim. Ah yalnızlığım. Didem Madak ve Ah’lar Ağacı.
“Uyan haydi. Kahvaltı hazır.”
Gözlerimi araladım. Gülümsedim.
“Sen rüya mı gördün?”
“Nerden çıkardın?”
“Gözlerinden. Ağlamışsın.”
Parmaklarımla dokundum yanaklarıma. “Kurudular işte,” dedim.
Ayla bardaklarımıza çay doldurdu. Rüyamı dinledi.
“Yaşlanınca ben de böyle olmayacağım,” dedi.
Umut ettim.
Bir yanıt bırakın