GÜNLÜKLER – 9 Ekim 2020
Bugün Eme’nin yanına mama su vermek ve sevmek için gidemedim. Çocuğu aradım. Eme’nin gereksinimlerini karşılamak için eve uğrayabilir mi? Onun, Eme’yi çok sevdiğini biliyorum. Eme ile ilk karşılaşması bundan bir buçuk ay önce olmuş ve iyi geçmişti. Tırmalamadı, saklandığı perdenin altından çıkmayı reddetse de kedilik iç güdülerini sergilemedi. O ise Eme’yi korkutmamak için alçak sesle benim söylemesini istediğim kelimelerin dışında bir şey yapmadı. Oğlum, canım, annem Emeee! Onun da sessiz kalmayı, karşısındaki sessiz canlıyı anlamaya çabalamayı öğreneceğini düşünmüştüm.
İkisinin arasındaki ilişki benim düşündüğüm gibi gelişmedi. Aradan geçen günlerden sonra sevgili Eme, onu olduğu gibi kabullendi. Sesli günlük hikaye anlatıcısı, hareketli, yüksek sesle konuşarak kendini kabullendirmeyi başardı.
Ondan Eme’ye bakmasını istediğim günler de oldu. İkisinin de birbirlerine zarar vermeyeceğini anladıktan sonra bunu istedim. Mama ve su verdi. Hatta beni sevmesi için ara sıra verdiğim sütü onun vermesini istedim. İki gün önce birbirlerine alışmaktan öte, bağlandıklarını fark ettim.
“Eme’yi daha sakin ve sessiz sevebilir misin?”
“Ne yapayım?”
“Sadece sana öğrettiğim kelimeleri kullanmalısın. Onu korkutmadan sevmelisin.”
Üzerine eğildi. Elim Eme’nin üzerindeydi. Ağırlığını öyle vermişti ki elim acıdı.
“Canını acıtıyorsun. Benim bile elim acıdı. İç kanamasına neden olacaksın.” dedim gülerek.
Eme’ye süt vermesini istedim. Süt verdi. İştahla içişini izledik. Bana küsmüş olmalıydı çünkü mamasını yememişti.
“Hasta olabilir mi?” diye sordu.
“Hasta olsaydı süt içmezdi. İki gün gelmediğimiz için bize küsmüş olmalı.”
“Veterinere mi götürsek?”
Ona baktım.
“Unuttum, sen de veterinersin.”
“Evet. Şimdi ben mutfağa gideceğim. Kamerayla mutfağı çekeceğim sonra da arkadaşlarıma göndereceğim.”
Yanlarından ayrıldım. Telefonla çekim yapmak için mutfağa geçtim. Dört dakika sonra yanıma geldi.
“Beni de çeker misin?”
Beş dakika sürdü, sonra Eme’nin yanına gittik.
Bir saat Eme ile zaman geçirdiğimiz halde, mırıldanması sevgi sesleri çıkarmasını başaramamıştık.
“Sen şimdi salona geç biraz oyalan. Ben de onun mırıldanması için uğraşayım. Mırıldayınca seni çağırırım.”
“Ben telefonla çekim yapabilir miyim?”
Telefonu ona verdim. Yanımızdan uçarak ayrıldı.
Her eve bir çocuk gerek. Ortalığı karıştıran, batıran, dağıtan bir çocuk. Bir çocuk bir kadın dışında kimse olmamalı ki ortalık hep karışık ve dağınık batık kalsın. Arkasından koşma gereksinimi duymasın.
On dakika sonra yanımıza döndü. Telefonu bana verdi birlikte videoyu izledik. Çok güzel çekmişti ve evin durumunu hikaye etmişti. Çekim mutfaktan başlanmıştı ve balkona açılan kapıdan çıkmış ışıl ışıl parlayan ovayı, aşağıdaki köprüden geçen arabaları çekmişti. Tren istasyona gelmiş düdüğünü uzun uzun çaldırmış. Gürültü onun sesini bastırıyordu.
Çalışma odam çok dağınık olduğu için çekimi durdurmak ve ortalığı toplamak zorunda kalmış. Hele kitaplığın kapaklarını açıp onun düzenlediği yerleri gösterdikten sonra benim dağınık bıraktığım raf için birkaç olumsuz cümle kullanmaktan kendini alamaması, beni gülümsetiyor. En çok yirmi üç yazarın fotoğraflarının asılı olduğu duvarı çektiği bölüm oldu. Birkaç yazarın adını söylemişti. Bu yazarlar, haklarında bir şeyler söylediğim ustaları. Halikarnas Balıkçısı özellikle dikkatini çekmişti. Mehmet Fuat’ı da anımsamış; yazarların kitaplarını eleştirmiş, denemeler yazmış. Sait Faik olmazsa olmaz biri.
Ben onunla çok konuşmuyorum. Masanın yanındaki sandalyeye oturuyorum ya da okuma koltuğuna. Gözlerimi kapatıyorum ve onu dinliyorum. O da çalışma odasında kitapları karıştırıyor kitapların ve yazarların isimlerini söylüyor. Kitaplardan sıkılınca yatak odasında karyolada sakin sakin uzanan Eme’yi kucaklayıp getiriyor, kediyle konuşmalarını dinliyorum. Ben ona çok şey anlatmıyorum, sessizim. O ise sürekli hikaye anlatıyor. Ben anlatmak yerine yazmayı tercih ediyorum. Yoldan geçen araçların sesleri kulak tırmalayıcı. İzbanın biri gidiyor diğeri geliyor.
“Bana soda getirir misin?”
“Ben içmeyeceğim. Bugün içtim.”
“Bana getirir misin?”
Mutfağa geçiyor. Çok sevdiği bir şey buzdolabını açıp yiyecek bir şeyler aramak. Gerçi dolap boş. Soda, birkaç poğaça ve kurabiye, bisküvi, paketi açılmamış peynir, tereyağı ve su.
“Dolap bomboş. İstanbul’daki evinde de mi böyle? Eve yemek yemiyor musun?”
“Evdeki dolap boş değil. Burası boş.”
Bugün onu aradım ve yardım istedim. “Kitap sipariş ettim. Kitaplar gelince koliden çıkarıp kitaplığa yerleştirebilir misin?”
“Ne zaman bu akşam mı?”
“Hayır kitaplar gelince. Perşembe ya da Cuma günü kargodan gelir.”
“Olur.”
*
Kitaplarım arasında Turgut Uyar’ın kitabını görmüştü.
“Aaa Tomris Uyar’ın kardeşi.”
“Kardeşi değil canım, eşi.”
Eme’yi kucakladı, incecik sesle miv diye bir ses çıkardı. Baktım. Önemli bir şey yok, birbirlerine zarar vermeyecek kadar dikkatli davranıyorlar.
Eme kaçıyor ya da o kaçıyor. Mutfağa geçiyor. Bulaşıkları yıkamış. Limonlu tuzlu soda ister miyim? İki bardakla mutfaktan geliyor. “Enfes olmuş. Teşekkürler.”
Mutfağa geçiyorum. Tezgah yapış yapış olmuş limondan olmalı. Yere düşen damlalar da tozlanmış ve leke olmuş. Çalışma odasına dönüyorum. Kitaplığın kapakları açık, bir rafı daha düzeltiyor. Sessiz kalıyorum.
“Sen hiç bana ders vermiyorsun. Ama herkes ders veriyor. Sen hiçbir şey yapmıyorsun.”
“Teşekkür ederim.”
Ders vermediğim nasihat etmediğim doğru. Çünkü didaktik konuşmalar yapmadığım gibi yazmamaya da çaba gösteriyorum. Ama bir şeyler öğretmediğim doğru değil. Henüz bunun farkında değil o kadar. Onu oyuncaklarımla oynarken görmek beni mutlu ediyor. Hiçbir şey yapmamak da güzel bir şeymiş.
Bir yığın yapmış kitaplardan.
“Okuduğun kitapları ayırır mısın? Onları okunmuşlar rafına koyacağım.”
Kitapların yanına oturuyorum. Bazılarını okuduğumu hatırlıyorum. Onları hemen ayırıyorum. Ama bazı kitapları hatırlamıyorum. Arka kapak yazılarını okumak zorunda kalıyorum.
“Okuduğun kitapları hatırlamıyorsun bile.”
“Evet. Demek ki ilgimi çekmemiş. Unutmuşum ne anlattığını.”
Ona dokunmamasını istediğim rafı gösteriyorum.
“Onlar ne tür kitaplar? Öykü roman inceleme deneme…”
“Kadınlar üzerine ve hayvanlar üzerine yazılan kitaplar.”
“Hıı.”
“Şu rafa da dokunma olur mu?”
“Yan yana koyarsan daha az yer kaplar. Hem aradığın kitabı hemen bulursun.”
“Sen şimdi o rafa da dokunma.”
Bana, yabancı çocuk kitapları yazarının kitaplarını mutlaka okumam gerektiğini söylüyor. Bana o kitapları arkadaşlarına okumaları için vermemişse verebilecekmiş.
Koltuğuma geçip uzanıyorum. Kulağım sesinde. Bir ara sesi kesiliyor. Sonradan fark ediyorum ki dokunmamasını istediğim raftaki kitapları diziyor. Karışmıyorum. Kadınlar üzerine yazılmış kitaplar henüz dokunulmamış.
*
Bugün de bitti. Sanırım Eme ve o güzel birkaç saat geçirdiler. Evdeki eşyalar da sevgiden yana üzerlerine düşen paylarını kesin almıştır.
Bir yanıt bırakın