GÜNLÜKLER -55-
7 Ekim 2018
Bugün gerçekten sıradandı ve yazılacak bir şey yoktu. Yazmak istemediğim doğru olan. Gecenin ilerleyen saatlerinde balkona çıktım ve… Bu gece farklı. Çok karanlık. Sokak lambası yanmıyor. Yoldan geçenleri –eğer geçecek olsalar- görmek zor. Hava serin. Böceklerin cırcır sesleri olmasa diyeceğim ki aylardan ekim. Öttüklerine göre ağustos.
Üzerinde çalıştığım konuya ara verdim. Bunu isteyerek yapmıyorum. Ama okumam gerekenlerin dışında kalanları okumak daha çok hoşuma gidiyor. Çünkü bildiğimi sandığım sularda oluyorum. Çalışma konum hakkında henüz bir cümle bile yazmış değilim. Bir kenti nasıl anlatırsın, sorusunu sormadan önce, bir kenti nasıl okursun sorusu ağırlık gösteriyor. Sahi bir kenti nasıl okursun? Romanlar, anılar, anlatılar, biyografi… Sadece bunlar da değil, araştırmalar, tezler, tarih, sosyoloji, kültür…
Başa dönmeliyim. Yazacak bir şey yok gibi görünse de okuduklarım ve paylaştıklarım beni düşündürüyor. Bugün arkadaşımla görüştüm. Herkes bir telaş içinde, yaz geride kalmış. Ekim ayı gelip çatmış.
*
Bu hafta içinde okuduğum ilk roman beni sarıp sarmalamıştı. Bir masal tadındaydı. Büyüklere anlatılan bir masal. Aslında büyülü gerçeklikti. Ağızda yemek tatlarını değil yalnızca, duyguların da izlerini bırakıp sayfalarca ilerliyordu. “Acı Çikolata”. Bir anlatıda görsel yayınlarda en güzel görsel dikkat çekici ve unutulmazdır. Bu nasıl oluyorsa işte, benzer şekilde sözel anlatılarda da dinleyenlerin ya da okurların hayallerinde canlandırması beklenen en güzel anlatısı unutulmaz oluyor. Acı Çikolata’yı güzel görselleriyle bırakmış, sayfayı kapatmıştım. İkinci romana başladığımda ise…
“Zamanın Kıyısındaki Kadın” başladıktan kısa süre sonra biliyordum ki zor okuyacağım. Yavaş yavaş. Romandaki iki dünya arasındaki geçişler değildi beni zorlayan. Zihnim her şeyi yerine yerleştiriyordu. Önceki okumalarım sayesinde kadınların verdiği mücadeleyi biliyordum. Kadın haklarını ve feminizm üzerine de… Romandaki dil farklıydı ama zorlanmadım okurken; demek ki yabancısı da değildim. Şimdi düşünüyorum da üç yüz altmış dört sayfa boyunca dilde hiç değişim göstermeden yazılmış olması çok önemli benim için. İyi bir kaynak, başvuru romanı.
Yok bu da değil. Sorun gerçek ile kurgu arasında. Benim gerçek dediklerim ve benim kurgu dediklerim. Bu dünyayı ilgilendiren bölümlerdeki gerçekler suratıma bir tokat gibi indi. Üstelik bu tokat bir masalın ardından geldi. Takıldım kaldım bir süre. Ruhsal hastalıklar hakkında çok olmasa da bilgim var. Okumuşluğum, dinlemişliğim, paylaşmışlığım, yaşamışlığım… Yazmışlığım da var üstelik. Bir ruhsal hastalığın başlaması ve son bulması arasında yaşananları hikâye edebilir miyim? Yazabilirim ama kim okumak ister ki? Yazılmış romanların ne kadar okuyucusu olmuştur?
Kurgu mu gerçek mi yazılmalı?
Bilmiyorum.
*
Salkımsöğütteki Orkestra öyküsü benim için gerçekti. Yarışmada derece almıştı. Basılacaktı ama düzeltilmesi gereken bazı yerler vardı. Bölümlere ayırmak, başlıklar koymak. Bunun hakkında görüşüyordum jüride bulunan değer verdiğim hocamla. Konu nasıl açıldı bilmiyorum ama tutturdum “Bu gerçek yaşanmış bir hikâye” diye. Ağustos böceğinin sık sık yazılarıma giriyor olması bundandır. Severim bu böcekleri çünkü hikâye gerçekti. Yani ben öyle bir bağ kuruyordum ki kurgu ile gerçek dünya arasında. İkisi birbirinden ayrılmazdı, birlikte tamamlıyorlardı kendilerini. Ben o öyküde Mavi’ydim. Yeşil, kimdi bilmiyordum? İşte bu kurguydu. Mekan gerçeğe yakındı. Salkımsöğüt gerçekti ama… Öykü bu salkımsöğüt yüzünden yazılmıştı. Çünkü bu ağacı kesmişlerdi. Artık o yoldan geçerken cır cır seslerini işitmiyordum. Oğluma anlatmıştım ilk olarak bu öyküyü. Yani ağaç kesilmeden önce önünden her geçişimizde durup bakar, ona böceklerin sesini dinletirdim. Hocama ben Mavi’yim diyemedim ama o bana sürekli Salkımsöğüt diyordu. Ben hâlâ salkımsöğüt olarak görmüyorum kendimi. Mavi bendim. Yeşil’i bulup kaybedeceğimi biliyordum.
Buradaki küçük bahçede olanları yazıyorum. Bir ara ateşböcekleri dedim. Oysa bu bahçede hiç ateş böceği görmedim. Hatta kendilerini ölüme bırakıp ölümle dans eden, sokak lambalarının altında bembeyaz uçan kelebekleri de görmemiştim. Görmüş gibi yazdım. Yine de olanları yazdım diyebilirim. Bir tutam gerçeğin altına bir tutkal görevi görecek kurguyla bir fırçalık sürülür ve sayfaya yapıştırılır. Kurgu gerçeğin yerini sağlamlaştırır.
Mektup yazdım. Sandıkta gördüklerimi… Bu mektubun devam edebileceğini düşündüm. Evet tutkalları vardı ve sanırım bir kez daha gözden geçirirsem çok sağlam olacaktı. Bunu anlatmıştım bir arkadaşıma. Eğer gerçekte gördüklerinizi söylerseniz, sonunda ne olabileceğini düşünmemiz gerekir ve bizim anlatı kurgu dışımıza çıkıp bekleyip görmek zorunda hissederiz. Yani tamamlanmamış olur. Eğer gerçek arasına başka şeyler eklersen bulmacaya katılmış olursun. Kelimeleri al, altlarını tutkalla ve yapıştır sayfaya. Sandıktan çıkar gelinliği, kundağı, terlikleri, gecelikleri. Sonra ne olacağını biliyorsundur. Senin dışına çıkar artık. Bulmacaya katılmış olursun. Bir kadın yaratırsın. Evlendirirsin, çocuk sahibi olur. Kızı olur. Gelenekleri ona nasıl aktardığını anlatırsın. Sandığı geleneklerden kurtulmak için sandığı atarsın ama atamadıkların vardır ve bu senin içindedir. Bunu da yazarak atmak gerekir. Kızımın benim yaşadıklarımı yaşamasını istemiyorum, bunun için ne?.. Onun için ne yapmalıyım? Kendin için bir şey yapmadığın sürece havanda su dövermişsin anladım. Bir kızım olsaydı adını ne koyardım hiç düşünmedim. (Kızım yok mesajı bu cümle. Seviyorum cümleleri.)
Arkadaşıma dedim ki, diyelim ki bir sivrisinek ısırdı ve bunu yazacaksın. Neden sivrisinek yazacağım diye direniyorsun ki, karasinek yazarsın. Sonra da “Anıtı Dikilen Sinek” öyküsüne gönderme yaparsın ya da başka öykülere… “Ama ben o öyküyü bilmiyorum.”
Romanları okurken ki ‘beni’ düşündüm. İnsan ya yazmayı çok sevmeli ya da okumayı çok sevmeli. Yazmayı sevmeyen günlüklerden ileri gidemez diye düşünmeden edemedim. Şimdilik memnumum.
*
Sırada ‘Başka Ateşler’ kitabı var. Kadınların yazdığı öyküler yer alıyor. Alberto Manguel’in hazırladığı bu antoloji antolojide Latin Amerika Edebiyatından öyküler yer alıyor. Okumaya başladım. A.Manguel’in yazdığı giriş yazısı beni çok etkiledi. Ülkemde de her farklı bölgesinde farklı anlatım dilleri ve kendilerini yarattıkları farklı kaynakları var. Bunların bir araya gelebileceğini düşünüyordum. Yanlış düşünüyormuşum şimdi anladım. Peki iki ayrı bölgeden gelen iki kişi ne yapacaktır? Bu sorunun yanıtını uzun süre düşünmem gerekiyor çünkü bu anlatıdan çok hikâyesi olacaktır. Kitaba dönersem…
Sonra devam edecek…
Bir yanıt bırakın