GÜNLÜKLER -27-

GÜNLÜKLER -27-

28 Haziran 2018

Haberleri dinledikçe üzülüyorum. Birbirimize yabancılaşıyoruz. Gittikçe birbirimizi ötekileştiriyoruz. Çocukluğumda gördüklerim, gençliğimde yaşadıklarım, iş hayatında yaptıklarım ve şimdiki düşüncem. Yarım asıra bütün bunları nasıl sığdırabilmişiz, anlamadım.

Çocukluğum okuyarak oynayarak geçti ve çalışanların arasında bulunarak geçti. Bir yandan okula gittim, diğer yandan kitaplar okudum. Aklımda kalan ilk isim ve hiç unutamayacağım Kemalettin Tuğcu. Kitaplarında  sokaklarda yaşayan ya da besleme olan çocukları anlatırdı, yokluk ve yoksulluk vardı. Ne kadar korkardım benim de başıma gelirse diye. Annemi babamı kaybetmekten korkardım, sokaklarda kalma düşüncesi ürpertirdi. Bütün bu gerçek bildiğim hikâyelere masal olurdu çeviri kitaplar. En unutulmazı da Uçan Otomobil kitabıydı. Ne lükstü ama suda yüzen, havada uçan, karada giden bir araba ile yapılan yolculuklar. Yıl 75 olmalı. Kitabı saklıyorduk ama sonra birisi okusun diyerek verildi ve ortadan kalktı, baskısı da yapılmadı. Seksen Günde Devrialem, Denizler Altında Yirmi Bin Fersah… Ya ilk okuduğum resimli aşk masalını unutur muyum? Karlar Kraliçesi. Ya Kibritçi Kız. Kül Kedisi. Ve daha nice kitaplar. Tembel Hasan’ı bile unutmadım ama onunla bir daha karşılaşmadım.

En çok kapıldığım Gümüş Kanat’tı. Cahit Uçuk. Fadiş, Gülten Dayıoğlu. Tom Amcanın Kulübesi. Küçük Kadınlar.

Ne çok okurdum. Bir korkar, bir korkumu unuturdum. İlkokul sonlarına doğruydu Zweig ile tanışmam. Kendileriyle Savaşanlar. Maksim Gorki’nin Ana başyapıtı ortaokula denk gelir. Ya Sait Faik, Fakir Baykurt, Aziz Nesin, Sabahattin Ali, Ömer Seyfettin… Kardeşimi sanırım çok sevdim, korudum kolladım sırf korkutan Kaşağı öyküsünden dolayı. Ne çok korkardım.

Beyaz Diş. Durgun Don. Drina Köprüsü. Ya Çöplük. Bu da ayrı bir acıydı. Sokaklarda yaşayan bir kadının günlüklerinden izlediğim verdiği yaşam mücadelesiydi.

Çocukları bu yüzdendir çok sevmem. Bizim toplumdaki çocuklar içindi her şey. Kendim gibi bilirdim, korkarlardı. Bu yüzden elimi vicdanıma koyardım. Dikiş dikmesini ortaokul sonlarında öğrendim ve çocuklara bayramlıklar dikmeye başladım, kitap verdim, derslerine yardım ettim.

Lise yılları ders çalışmakla geçti gibi görünürdü ama ders kitapların arasında dergiler, kitaplar okurdum. Üniversite yıllarında Ankara’da kitabevine gider, tek başıma kitap seçerdim. Ne kitaplardı ama. Nasıl oluyor da seçmesini bilirdim, ben de anlamazdım. Edebiyattı okuduklarım. Tutunamayan oldum, Oblomov oldum.

Tüm bu okuduklarım beni iş hayatında etkiledi. Gittim çocuklarla olmayı tercih ettim. Kaçmak yoktu kitabımda. Kolayına kaçmak da yoktu. İlk çocukları bahçe duvarı olmayan yıkıldı yıkılacak bir okulda tanıdım. Ne okudum, ne okudum ama. Çocuk kitapları, eğitim kitapları, romanlar… Eğitim üzerine denemeler yazmaya başladım, kendim için yazdım. Baktım olmuyor, öykü yazayım dedim. Ortaokul kız öğrencisinin elindeki kitabı görünce; Hemşirenin El Kitabı. Yazmalıyım, dedim, inat ettim. İngilizce eğitimimi bıraktım. Tuttum dilimi en iyi öğreneceğim de yazacağım diye.

Aslında ilk yazımı 1988’de çocuklar için yazmıştım, dergiye gönderilmiş ama beğenildiği söylenip yayımlanmamıştı. Yaş 21. Okuduklarımı unuttum yaşamaktan, uygulamaktan. Eğitim kitapları yetmedi, eğitim fakültesi ders kitaplarını aldım. Birkaç sayfa okuduktan sonra ağlamaktan helak oldum. Sonra bana yardım eden çok dostum oldu, elimden, kalemimden tutular, desteklediler. Beni dinlediler. Ama anlatamadım kendimi. Derdimi anlatamadım. Bir kişi anladı dedim, onu okulda misafir ettim. Eve gidince ağlamaktan…

Üniversite hocasıydı, astronomi dalında. Geldiler. Çok yaşlıydı hocam. Onu bol pencereli bir sınıfta ağırlamak istemiştim. Olmadı. Giriş katında bulunan, bodrum katı gibi olan, penceresi toprağın altında kalan havasız sınıfa alabildiğince çocuğu koyduk. Slaytlar gösterilecekti, kulaklarına su kaçıracaktık. Uzay hakkında, yıldızlar, gezegenler… Rengarenk bir dünya sunacaktık. Sen misin isteyen? Elektrikler kesildi mi! Ne oldu? Sordum  direklerde bakım yapılıyormuş. Çıktım koşa koşa sokağa, elektrik direklerini izliyorum. Buldum. Bir adam direkte, diğeri aşağıda. Ağlasam mı, gülsem mi? Yalvar yakar, elektrikleri açın üniversiteden hocam geldi, çocuklara… Açtılar. Zaman verdiler. Koşa koşa sınıfa. Hocam ter içinde, içeride hava kalmamış. Dakikalarca sürdü. Onları ağırladım. Yanında eşi vardı, ağlayarak gitti, ağlaştık birlikte. Hocam Köy Enstitüsü mezunu. Ben korkulu.

Fakslar geldi, öykü kitapları henüz basım aşamasındayken, ilk biz okuduk. Ama yazar davet edemedim ya hep üzülürüm. İlk çocuklarıma hep üzülürüm. Ne yapmamam gerektiğini öğrendim, gördüklerim karşısında. Nasıl yapılacağını nereden bileyim, işte onlarla öğrendim.

Bir bayan öğretmen, bir ay içinde ağlayarak gitti, çalışamadı. Para verdi birkaç aileye. Ben gitmeyeceğim, dedim direndim. Çantalarla kitaplar taşıdım, yazdım. Küçük Kelebek o çocuklarımın ürünüdür. Yıl 2000. Kitabım basımı da ayrı bir hikaye. Ceylan Yayınları sahibi Mukaddes Çelik olmasaydı, ne kitap basılırdı ne de ben yazar olurdum. Yayınevinin her koşulda desteği benimleydi. Makarenko’yu tanıdım. Güç aldım, inat ettim. Okudukça inat ettim, tam yılgınlığa düştüğümde, pes etmeye yakın.

İkinci sınıf öğrencim ağaca çıktı, ağaçtan aşağıya işedi. Ne ağladım, ağlatıldım ama. Bana destek olan yine oldu. Ne hikayeler dinledim, maddi manevi destekler aldım. Hatta birinde, bir iş kadınından para aldım, parayla dört bot aldım indirimden Yeşil Kundura’dan, pahalıydı ama uzun ömürlü olacaktı, kardeşleri de giyecekti. Oğlumla gitmiştim dükkana, ayakkabıların yanında kendime de çorap aldım. Tek fiş kesildi. Dedim ki oğlum çorap aldığımı söyleme yanlış anlaşılır. Çorabı kendi paramla alıyorum. Demek ki çok küçüktü, bir de ona bir şey almamıştım. Torbayla gitmiştim ve iş kadını oradaydı. Oğlum çorap aldığımı söyledi. Ne utandım.

Sonra gitmek zorunda kaldım. Ağlaya ağlaya gittim. Pes etmiştim ama benim isteğim dışındaydı. Üçüncü sınıf kız çocuğum bir sınıfa girmiş ve asılı resimleri beğenmediğini öğretmene söylemiş. Daha neler neler…

Çocukların yazdığı ilk kitap doğdu. Küçük Ressamlar ve Yazarlar. Ne heyecandı ama basılamadı, çok basitti.

Sonra gittiğim yerde mutlu oldum. Ama mutlu olamadım, seçimlerde zorunlu görevliydim. Ağlaya ağlaya. Açılan yerler vardı ve ben kimseden yardım alamıyordum. Başkalarına yardım etmem bekleniyordu. Nereye yetişebilirdim ki. İşte sınıf günlükleri başladı. Sınıfta oyunlar kuruyor, yazdırıyordum. Her şey planlı programlıydı. Feyza Hepçilingirler’in verdiği yazı atölyesine devam ediyordum, kitaplarını alıp okuttum. Yazdım okuttum. Cevat Çapan’dan ders aldım, şiir kitaplarını aldım, okuttum, şiir dinletisi yaptım, şairimizi okula davet etmekti hedefim. Şiir dinletisi oldu ama davet edemedim.

Nur İçöüzü, Nurettin İğci geldi, ağırladım. Kaç kişi alabilir ki kitap? Önemli değil dediler. Lütfiye Gültekin müdürümdü. Ne güzel çalıştım onunla. Öykü yarışmalarında iki ödül aldım. İkinci ödülümün haberini aldığımda sınıftaydım. Çocuklarla ne kadar eğlendik, çünkü Mutluluğun Resmi onların öyküsüydü. İlk çalıştığım yerde tanıdığım çocuğum Aslı’nın resmi ile Haluk Yavuzer’in Resimleriyle Çocuk adlı kitabında gördüğüm bir çocuğun resmi örtüşüvermişti.

Her seçimde görev aldım ben  istemeden. Olmadı işte. Uyuşamadık bir türlü. Benim zamanımda toprak çalışanların, işçilerin romanları yazılırdı. Olmadı işte. Köy Enstitüsünden mezun öğretmenlerin romanları.

İnat bendeki de, unutmadım. Dedim ki “Öğretmenim yazın yaşadıklarınızı, kömür sattığınızı, tencere pazarladığınızı, tanık olduklarınızı yazın.” “Yazacak ne var ki? Biz yaşamıyoruz. Tatil diye memlekete gider, tarlada çalışır, erzaklarımızı alır geliriz. Ne biliriz?” “O zaman ben yazarım” dedim inatla. Göreceksiniz, yazacağım.” Unutmadım bu nedenle bahçesi olmayan, çocukları sokaklardan topladığım okulu. Yokuş aşağı yuvarlanan topun ardından üzerimde etek hep birlikte koşturduğumuzu. Unutmadım bir öğrencimi. Onu Feyza Hanımın atölyesine yazdırdım. Onun bildiklerini ben bilmiyordum, anlattıkları başka bir dünya başka bir dildi, Türkçe’ydi ama başkaydı işte. Kalabalık aile, iletişimsizlik, geçimsizlik… Yaz dedim. Yazmadı. Okumaya beşinci sınıfta öğrendi. Oku dedim, beni dinledi liseden mezun oldu. Sonra çalıştı, sonra partide gençlik kollarında çalıştı sonra belediyede işe girdi. Beni aradı, evlendi, çocuğu oldu. Öylece son buldu. Ağladım, ağladım… Onlar nereden bilecekti ki, sınıfa girince komik öğretmenleri oluyordum. Hiç büyüyemedim. Hiç anlaşılır olamadım.

Bana dedi ki bir kız çocuğu “Öğretmenim sarayda mı oturuyorsunuz?”

Bana dedi ki bir erkek çocuğu “Biz burada olmaktan mutlu muyuz yoksa mutlu olmaya mı çalışıyoruz.”

Bugünlere işte böyle geldik. Yabancılaştık.

Bugün bakıyorum da…

Anılarımı yazmayacağım. Bu kadar yeter bence. Yanımı aydınlatamadıysam, yazarak neyi aydınlatabilirim ki?

Şimdi hâlâ umutla mücadele verenlere imreniyorum. Böyle işte.

Şimdi kendim için, öğrenmek için uğraşıyorum. Sırada bir Gaziantep hikayesi var.

Bir yazar demişti “Kitaplarım basılıyor ya, başka bir şey istememen gerekir değil mi?”

Şimdi düşünüyorum da, bunca koşuşturma arasında yaşamak için, nefes almak için işaretleri izliyordum. Panolarda, reklamlarda çıkan, tabelalarda yazan, raflarda gördüğüm kitap isimleri, duyduğum adlar… Her bir şeyden anlam çıkarıyordum. Düşün, düşün… Duygu, duygu… Olay çoktu ama hep aynı aynıydı. İnatla farklı yapmaya çalıştım sadece çocuklar için yazdım oynadım. Kendi hayatım da işaretlerle geçti. Doğa yol gösterdi. Hayvanlar, çocuklar…

Anılarını yazarsın, dediler. Ne anısı? Her şeyi çocuklara yazdırdım. Nasıl anlatılır diğerleri bilmem ki kırmadan dökmeden ne çocukları ne diğerlerini. Çocuklar yazdıkları komiklikleri bilir, hatta unutmuşlardır. Beni en çok seven başka okullardan gelen çocuklar çok sevdi. Hep şaşıran onlar oldu bence.

Kurgu önemli işte, mizah önemli. Hele de bizim ülkemizde. Patatesleri, soğanları nasıl keseceğini soruyor. Kalın mı ince mi? Elbette ince ince keseceksin ki çok yemiş hissedesin, doymuş gibi olasın da yine inceye kalasın. İşte mizah anlayışı bende yok.

Nasıl büyüklere yazmaya karar verdim, bu cesareti buldum; bu da önemli. Yaz, dedi, sen yazarsın dedi. Yazdım. Bastılar. Yine Ceylan Yayınları oldu. Benim yetişmem için çok emek harcadılar.

Kadın arkadaşlarımı nasıl unutabilirim? Okudular, dinlediler, yol gösterdiler. Usanmadılar. Okudular. Daldan dala yazıları.

Yazmak bahaneymiş, okumak önemli olan. Şimdilerde Manguel aşığı oldum. Zambra ilk aşkımdı. Pessoa’nın Gülünçtür Bütün Aşk Mektupları şiiri beni aşka getirdi. Adını Portakal Adam (Mektuplar) koyduğum mektuplarımı basıma hazırlanıyor. Son okumaları yapıyorum. Öyle çok şeyi sildim ki, hani daldan dala olmasın diye, kırpıldılar da kısacık oldular. Kırpmadan yapamıyorum.

“Bir dönebilsem

Aşk mektubu yazdığım günlere

Bunun ne kadar gülünç olduğunu

Düşünmeden.” Pessoa

Çocukluğa olduğu gibi dönülmez bir yermiş meğer.

Dostlar sağ olsun.

 

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*