GÜNLÜKLER / 24 Eylül 2022

 

GÜNLÜKLER  / 24 Eylül 2022

Yorgun olduğum halde uyuyamadım. Yazmasam… Yazmasam deli olmayacaktım. Çünkü bugün güzel bir gündü. Dostlarım, arkadaşlarım var, demek bu zamanlarda çok zor. Ben şanslıyım, dostlarım, arkadaşlarım var, diyebiliyorum.

Eve geldim. Saat geç olmuştu. Çocuklar beni kapıda karşılamadı. Oysa çok aç olmalılardı. İlk işim çocuklarımın önüne birer tas mama koymak oldu. Sonra arayamadığım oğulcuğumu aradım. Çok yorgunum. Sabah çok erken uyandım. Biraz da hastayım. Ağırlaşırsam ya gidemezsem kaygısı yaşadım. Neyse ki ve iyi ki gittim. Çok dost canlısı arkadaşlarla tanıştım.  Neredeydim?

Bugün Anahita’da söyleşim vardı. Altı arkadaşımla birlikte gittik. Biray arabasıyla geldi, evden beni aldı. Sonra Gülizar ve Gülşen’i aldı. Onlar yolu biliyorlar. Elleriyle koymuş gibi Anahita Kitapsahaf’ı buldular. Ne şanslıyım ama. Aylar sonra evden ikinci çıkışım. Hastaneye gitmek dışında uzak bir yere gitmedim; dokuz ay oldu. Gerçi pazartesi de Kadıköy’e gittim. O da hastane dönüşüydü. Ayşen Göreleli eşiyle geldi. Yüz yüze gelmemiştik. Ne iyi oldu gelmesi. Mukaddes Erdoğdu Çelik ortak dostumuz. Onu yakından tanımak güzeldi. Hatice Akdoğan vardı. Yayınevinde başlayan dostluğumuz ne güzel devam ediyor. Ortak çalışmalar da yaptık. Güzel günlerdi.

Çiçeği burnunda genç yazar arkadaşımızı tanımak beni mutlu etti. İlker Has (Bu ismi daha sonra çok duyacaksınız ve kitaplarını severek okuyacaksınız, demedi demeyin). Ümit Yaşar Oğuzcan’dan Milyon Kere Ayten şiirini dinledik.  Çok güzel yorumladı. Sohbetin ardından Kamil Unutkan ve arkadaşları türkü söylediler. Bir arkadaşımız da kendi şiirlerini müzik eşiğinde okudu. Sesine ve şiirlerine hayran kaldım. Ne güzel dostlar var.

Anahita, Tuncay Mat ve eşi Döndü Mat birlikte işletiyorlar. Güzel işlere imza atıyorlar. Yolları açık olsun. Tuncay’ı yayınevinden tanıyorum. O da ben de yayınevinden ayrıldık ama dostluk sürdü. Daha doğrusu Tuncay aramaları kesmedi. Hastalığımda bile yardıma hazırdı. Bir istediğim var mı? Ne olsun? Sağlığın.

Dün akşam Salah Birsel’in günlüklerini okurken ilk defa fark ettiğim bir şey oldu. Yazmak isteyen herkese önce oku derler. Neden, sorusunun yanıtı havada kalır. Okuduğum günlük Kediler’di. Benim de iki çocuğum var ya, biri kız biri erkek. Baba kız. Emo ile Karadut. Günlüğü okuyunca kendi çocuklarımı anlatamadığımı fark ettim. Kedi severleri de facebooktan izliyorum. Onlar da aynı cümlelerde dönüp duruyor. Ama Salah Bey öyle anlatıyor ki o canlılar nesne değil özne oluyor. Umudum bir gün çocuklarımı karakterlerini ve yaşamlarını ifade edebilecek kelime dağarcığını geliştirecek, cümle kurmayı başaracağım.

Hepimiz geldik. Belirlenen saatte söyleşi başladı. Dostlarıma da ilk kitabımın basılması hikâyesini anlatmamışım.  Yıllar, yıllar önceydi. Otuz yaşındaydım. Doktoramı tamamlamıştım ve diplomamı alacaktım ama öğretmen olarak işe başlamayı kabul etmiştim. Yani mesleğimi yapamayacaktım. Veteriner Kliniğinde çalışacak, hayvanlarla uğraşacaktım. Bunun yanında da çocuklara bir şeyler öğretecektim. Biri dilsiz, diğerinin dili var ama dili yeni öğreniyor. Ne kadar zor bir işmiş. Hayvanlar ve çocuklar…

Çekmeköy’de bir okula tayinim çıktı. Etek giyme zorunluluğu var ve evde etek arıyorum. Yok. Neyse ki buldum bir tane. Otobüse bindim. Git, git… Sonu gelmiyor. Şoför ben söyleyeceğim, diyor ama ya beni unutursa? Dağlardan, taşlardan mı geçiyoruz ne? Burası İstanbul mu? Allah’ın yamacında, etrafta cin yok, peri yok, “Burası,” diyerek beni indirdi şoför. Nereye gideceğimi şaşırdım. Etraf boş. Ev yok gibi bir şey. Yolun karşısına geçtim. Yokuş çıkmaya başladım. Cami arıyor gözüm. Benim çocukluğumdaki okul cami yanındaydı. Minare gördüm. Orası olmalı, dedim. Yürü, yürü… Dört katlı bir apartman sırıtıyor yol üstünde. Biraz geçtim ki arkamdan bir ses geldi. Dönüp baktım, yerde bir çay yığını etrafa da saçılmış. Başımı kaldırıp baktım, kimseyi göremedim. Çaydanlığı boşaltmış sokağa. Ben de kıl payı kurtarmışım. Gözlerim okul arıyor. Boyalı, iki katlı, bahçesi olan… Camiye yaklaştım. Küçük iki katlı, boyasız, kocaman mavi kapısı olan okulu buldum ama bahçesi yoktu. Duvarları alçaktı. Çocuklar sınıfta olmalılardı. Sesleri çıkmıyordu.

Yazıya dönelim. İlk kitabımın hikâyesine… Çok şaşkındım. Okulun içi, sınıfların durumu… Burada çalışmaya başladım. Çocuklara kitap okutuyorum. Güzel bulduğum kitapları topluyorum. Kadıköy’deki kitabevleri benden sonra kitapların etiketlerini değiştiriyorlar. O yüzden bütün etiketleri değiştirilmemiş kitapları bir defada almak zorundayım. “Bunun fiyatını değiştirmeyi unutmuşuz,” diyorlar ama fazla itiraz eden olmuyor. Hepsini alıyorum. Ucuz kitabı hiç rafta unutur muyum? Bir sonraki gelişimde hepsinin fiyatları artmış oluyor.  Kadıköy’ü seviyorum. Daldan dala atlamayı da seviyorum.

Çocuklarla ağaç gölgelerinde öğle yemekleri yiyoruz. Ders yapıyoruz. Sınıflarımızda pencere yok gibi bir şey. Çocuklar kitap okumayı seviyor. Kendi hayatlarını anlatan kitapları okumak istiyorlar ama yok. Kendisini kitapta arıyor Muhammed. Zehir gibi çocuk. Ben yazacağım onları diyorum. Gerçekleri yazamıyorum. Kalemin gücü aşkına! Olmuyor, benim kalemimi ve yüreğimi aşıyor. Ey aşk! Çocuklara böcek çiçek anlatıyorum. Sokakta çalıların arasındaki kelebeklerin arkasından koşuyorlar. Yakaladıkları uğurböceklerini sınıfa getiriyorlar. Top oynamıyoruz, top bizimle oyun oynuyor. Yamaçtan aşağıya taşlık çalılık alanda yuvarlanıyor. Bakalım kim yakalayacak. Buluyorum aşkı. Her şey kelebekte gizli. Büyülü bir düş veriyor bize. Yazıyorum Küçük Kelebek’i. Bastıracağım ama nasıl? Resimlemek gerek. Ressam öğretmen arkadaşımdan istiyorum resimlemesini. Yağlıboya tablo olmalı. Okulda sergisi yapılmalı. Ücrette anlaşıyoruz. Sevgili eşimden gizli yaptırıyorum. Sonra… Resimleme tamam. Kök Yayınevi’ne gönderiyorum. Olumsuz yanıt geliyor. Birkaç yere gönderiyorum. Derken Veteriner kliniğimize gelen biri Ceylan Yayınevinin adını veriyor. O kişiyi hatırlamadığım için çok üzgünüm. Yayınevine telefon açıyorum. Mukaddes Erdoğdu Çelik’le konuşuyorum. Dosyayı görmek istiyor. Çocuk kitapları basmaya yeni başlayacaklarmış. Gidiyorum ama tuvallerle değil. Onların bir ofsette renkli baskılarını yaptırıyorum.

Mukaddes Erdoğdu Çelik bana bundan sonra hep yardım edecektir. İyi ki var. Diyor ki “Basarız ama saman kağıdına ve siyah beyaz olur.” Boynum bükük. Oradan çıkıyorum ağlıyorum. Çocukların hikâyesi, yaşadığımız yer gibi siyah beyaz mı olacak? Onlar da renklere layık. Rengarenk hem de. Yok çocuklara öyle veremem.

Aylar sonra telefon geliyor. Arayan Mukaddes Hanım. Kitaplar basılmış. Gelip alabilirmişim. Gidiyorum, boynum bükük. Giriyorum içeri… Karşımda Küçük Kelebek! Rengarenk en kaliteli kağıtta üstelik. Kendimi tutuyorum. Ağlamıyorum. Kucağıma öğrencilerimin sayısı kadar alıyorum. Dışarı çıkıyorum. Üzerimde bol bir mont ama yağmurluk değil. Yağmur yağıyor. İçime soksam da ıslanmasalar. Yağmur mu yağıyor yoksa benden mi bu yaşlar? Mutluyum. Yağmurdan kaçarken doluya yakalanıyorum. Kitaplar kucağımdan düşüyor. Yerler yaş ve çamur. Dolu başlıyor. Çocuklara çamurlu kitapları mı götüreceğim? Bir adam yardım ediyor, kitapları siliyor. Kağıdı iyi ya kitabın çamur kalmıyor, siliniyor.  Ağlıyorum. Doyasıya ağlıyorum. Sevinç mi, mutluluk mu, bilmiyorum nedenini. Söyleşinin ortasında bunları anlatırken ağlıyorum. O günü yaşıyorum.

Beni yazar yapan çocuklar oldu. Ben de onlara yazmayı öğrettim. Günlükler yazdılar. Kendi hikâyelerini kendileri anlattılar. Hikâyelerin kahramanlarıydı onlar. Sonunda oldu! Ey aşk!

Dört yıl emekli olalı. Biraz hastalıklar, biraz okumalar, biraz da yazmalar…  Dört yıl bitti. Okumayı çocuklara öğreteyim derken, ben öğrendim. Okumayı seviyorum. Salah Bey de bana bugün neden okumamız gerektiğini öğretti. Ben bu kadar doğrudan söylenen bir yazı okumadım. Üstelik de elli beş yaşımda, çocukluğundan beri okuyan biri olarak yeni anlıyorum. İfade edebilmek için okumak… Anlamak için okumak…

Yaş ilerledi. Hastalıkların da etkisi olmalı ki artık bir şey istemiyorum. İnsan sağlık köşelerini döndükçe değişiyor. Özyıkım düşüncelerim olurdu ama artık yok. Ne zaman gelirse hoş gelsin. Hoş geldin, diyemeden gideceğim gerçi. Bilemezsin ki ne olacağını!

Bugün dostlarım arasında sarmalandım, kucaklandım. Ne güzel. İyi ki söyleşi teklifini kabul etmişim. Esra hanım okullara kitap yardımında bulunuyor. Ona birkaç kitap götürdüm. Daha sonra yine vereceğim. Bir sınıfa aynı kitapları göndermesine destek oluyorum. Karşılığında sınıf etkinliği yapmalarını rica ediyorum. Beni Esra hanım da, öğretmenlerim de kırmıyor. Esra hanıma el uzatan ben de olabilirdim. Çocuklarım için kitap isteyebilirdim. Elimden geldiğince bir şeyler yapmalıyım, diye düşünüyorum. Ben kendim için ne istiyorum peki? Okumak, okumak, okumak…   Emo, Yuka ve aramıza yeni katılan Emo’nun kızı Karadut ile sakin bir hayat. Durulmuş olarak. Yavaş akan bir zaman…

Anahita teşekkürler. Esra teşekkürler. Döndü seni tanımak güzel. İmzalarda güzel lezzetli dolmalarını yediğim ve bize destek için gelen Olcay… Osman Tiftikçi de oradaydı. Yeni kitabını heyecanla bekliyorum. Osman beyle Ceylan yayınevinden tanışıyoruz. Araştırmayı seviyor. Yeni kitabı çıkar çıkmaz paylaşacağım. İlker’in kitaplarını yarın okumaya başlarım. Ayşen de imzalı kitabını verdi. Onu da yarın okuyacağım.

Ayşen, Gülşen, Gülizar, Biray, Hatice iyi ki geldiniz. Bugün dostlarımın sıcak kucağında sarmalandım. Isındım. Ne güzel! Daha ne isteyebilirim ki! Sıra İzmir’de. Oradaki dostlarımla da buluşacağım. 15 Ekim’de. Buna da değinmek istiyorum. Mor Masallar adı altında bir derleme yapıldı. Kitapta benim de masalım var. Çok güzel bir çalışma oldu. HKTM kitabın sponsorluğunu üstlendi. Bunu da 4 Ekim’de yazayım. O gün kitabın tanıtımı var ve kitapları elimize alacağız, taze kitap kokusunu içimize çekeceğiz. Renk kokacak, çocuk kokacak, biraz da biz yazarların kalem kokusu olacak.

Akşam eve geldiğimde hastalığımın ağırlaştığını düşünüyordum. Şimdi iyiyim. Yazmak her şeye iyi geliyor. Sait Faik çok yaşamadı ama kitaplarıyla çok yaşasın. Yazmasam deli olacaktım.

Bugün de bitti.

2 yorum

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*