GÜNLÜKLER -79-
2 Aralık 2018
Bugün yine geç saatte bilgisayarın başına geçtim. Oysa oturmayacak, bir masal dinlerken uyur gibi…
Bir kitap bitmeyi bekliyordu. Yarısına geldim sonunda. Çok hızlı olmasa da hızlı okuyorum ilk kez. Kitap okuduğum yazarın dördüncü kitabı. Diline alışmış olduğumu fark ettim. Oturamayacağım, dedim kendi kendime. Kitabın son sayfasını açtım. Bir zamanlar son sayfasını okumadan yapamazdım. Yine öyle oldu. Sondan başa doğru okumaya başladım. Sonra kaldığım yere geri döndüm. Bu güzel bir aşk hikâyesiydi. Yalnız aşk yoktu elbette, kişilerin karakterleri psikolojisi, yazarın diğer romanlarındaki gibi çok güzel verilmişti. Dört karakterin tahlili çok güzel yapılmıştı. Kendine Tapan Kadın. Suat Derviş.
Gün içinde Suat Derviş’in hayatını ve Fosforlu Cevriye’sini anlatan bir video izlemiştim. Konuşmacılar kelimelerini özenle seçtiler ve feminist bir yaklaşımla anlattılar. Bir kelime bile kulağımı tırmalamadı. Onun hayatıyla ilgili konuşma olsun, yazı roman olsun, kulak tırmalayan ya da göze batan bir kelime görürsem okumayacağım, dinlemeyeceğim. Bu kararı aldım. Sadece karar almadım, yazarın diğer kitaplarının yanı sıra Yeni Yüzyıl Üniversitesinin Suat Derviş için düzenlediği sempozyumdan derlemeleri de aldım.
Bir yazarın kitaplarını anlamak için sadece kendisine güvenmemeli insan, diye düşünüyorum. Başka pencerelerden de bakmamızı sağlayacak, inanıyorum.
Okudukça, Suat Derviş’in yıldızlı geceleri sevdiğini fark ettim. İstanbul’un gecelerinde bir zamanlar yıldızlar gökyüzünde görünüyormuş demek ki. Deniz yosun kokuyormuş. Aşk bir varmış bir yokmuş. Kadınların aşkları mı asıl hikâyeyi aşk hikâyesi yapan? Hani Kendine Tapan Kadın’da, Demir’in aşkı olmasa buna inanacağım. Neyse aşık erkekler de varmış romanlarında.
Bugün Kendine Ait Bir Oda’yı bitirdim. Kitabın adından yola çıkarak bir kadının kendine ait bir odası olması gerektiği üzerinde duruyordum. Bir odası ve bir geliri olmalıydı. Ama bu ikisinden önce çocukluk, ilk gençlik ve gençlik yıllarında iyi bir eğitim alması şartmış. Ben sanıyordum ki, birkaç yıl sıkı bir eğitimle okur yazarlık öğrenilebilir. Bu olanaklı olsaydı Edebiyat Fakültelerinden mezun olanlar okuduklarına göre yazar da olurlardı, değil mi? Acaba eğitim sisteminde mi bir sorun vardı? Neyse bu sorular benim yanıtlayacağım sorular değil. Ben yazmak isteyenlere yazabileceklerini söylemenin dışında bir şey söyleyemem. Bir de yazmak için okumak gerektiğini. Okur yazarlık birlikte ilerleyen bir süreç.
Bugün benim okur yazarlık sürecimi düşündüm. Yıllardır günlük yazıyordum ama kimseyle paylaşmıyordum. Bir blog açtıktan sonra her şey hızla ilerledi. İlk yazdıklarım aşk mektupları oldu. Sadece güzel duygular yer almıyordu, karamsarlıkla birlikte gidiyordu. Seksen sayfada son verdim. Sonra bunları düzeltmeye karar verdim. Editörüm okuduktan sonra bazı yerlere dikkat çekti. Yeniden gözden geçirdim, onun bakış açısına göre okudum. Evet, onun dikkat çektiği yerler karamsar karışık duygular düşüncelerdi. Hiç acımadan kestim attım. Seksen sayfadan kala kala elli sayfa kaldı. İşte ondan sonra düşündüm. Nasıl yazmalıydım? Ben inanıyordum ki insanlar yalnızca olumlu duygularla yaşamaz, gün içinde sürekli gelgitleri olur, yorulur, uzanır, karamsarlaşır, umudunu yitirir gibi olur… Nasıl yazmalıydı?
Okuduğum iki roman beni çok etkilemişti. Clarice Lispector’dan iki kitap. Yazıda sadece ben anlatıcı olacak ve sadece kendisini anlatacak. Bunu da yazdım. Metaforlar aşk mektuplarında olduğu gibi bu yazıda da vardı.
Blogda yazmak çok farklı. Çünkü okuyan birileri var ve kendini tekrar etmeyen yazılar yazmak gerekiyor. En çok üzüldüğüm bildiğim metaforları ilk yazılarımda kullanmıştım. Şimdi yazmak, süslü yazamadıktan sonra… Nasıl yazmalıydım?
Okudukça nasıl yazmalı sorusuna yanıt kendiliğinden geliyordu. Yazının akışına bırakmıştım kendimi. Roman yazmak düşüncesi çok az aklıma geliyordu. Okumak güzeldi. Ama neden okuyacaktım ki? Bana ne faydası olacaktı, madem roman yazmak gibi bir amacım yoksa… Bugün bunun da yanıtını buldum.
Eskisi gibi karamsar yazmıyordum çünkü aklımdan bile çok nadir geçmeye başlamıştı. Tüm dikkatim, karamsarlığı kötülüğü nasıl anlatabilirim ki nefret kin öfke içermeden en seçkin kelimeleri kullanarak yazmaktaydı. Ayrıca kurulacak iki cümle öyle kurulmalıydı ki iki cümle arasına girecek bir başka cümle olmalı ve okur bu boşluğu doldurmalıydı. Söylenenlerden söylenmeyenler çıkarılmalıydı.
Bugün Ece Ayhan’ın şiirlerini dinledim. Yine anımsadım iki üç cümlesini. 12 Nisan 1992 tarihli günlüğünde, “… mektup attım. Gümüşlük’e döndüm. Bakkalın hesabını ödedim. “Yer yatak, gök yorgan.”” Sonra hayatını anlatan videoyu izledim.
Evden çıktım. Kedi ilk kez kapının önüne gelip oturdu, gözlerini bana dikti. Döndüğümde de hemen içeriden çıkıp geldi, kapı önünde oturdu ayakkabılarımı çıkarmamı izledi. Yemek saati çoktan geçmişti. Bu iki cümle ile elbette geç geldiğimi anlatmaya çalıştım.
Artık uzun uzun bir şeyler anlatmama gerek olmadığını fark ettim. Uzun zamandır okuduğum romanlar gayet yalın bir dille, dolaysız, metafor kullanılmadan yazılmış romanlar. Kimileri yıllar önce yazılmış yerli ve yabancı yazarlardan, kimileri yeni çevrilmiş kitaplar, yeni kuşağın romanları. Ulaşabildiğim kadar, okuyabildiğim kadar. Elbette rastgele seçilmediler. Önce adı, sonra kitabın arka kapağı sonra da iç sayfalarından birkaç sayfa okumalar. Bunu lise de böyle yaptığımı fark ettim. Üniversite yıllarında kimseden kitap önerisi almadan kendim seçtim kitapları ve hiç yanılmadım, sadece tek kitapta yanıldım. Ne okumak istediğimi biliyor ve kısa bir okumadan sonra alıp almamaya karar veriyordum. Ama edebiyat dışında kişisel gelişim vs. kitaplarını da okudum. En çok sevdiğim kitap Yıkıcı Duygular ile Nasıl Başa Çıkabiliriz? Defalarca okudum ve bunu nasıl başardıklarını anlayamadım. Dünyada bir kentte yaşayıp Nirvana’ya ulaşmış biri var mıydı? Carlos Castaneda hayranı oldum. Hayatta karşıma çıkan her şey bir işaretti artık. Onu anlamaktı önemli olan ve doğru yorumlamak. Başka kitaplar da vardı elbette. Aslında çok geniş bir yelpazeydi elime aldıklarım. Ama pek bir faydası olmamıştı.
Blog yazılarımı yazarken hiçbir sınırlama getirmedim. Makale olabilirdi, eleştiri, tanıtım, günlük, öykü… Ne yazmak istiyorsam öyle işte. Önemli olan kelimeleri doğru seçmek ve cümlelerin anlamını doğru vermekti. İlk başlarda anlam oynamalarını çok yaptım.
“Şimdi yaz. Yaz.” Yazmak dışında mevsimden de söz ediyordum. Günlüklerimde yer alıyordu. Beni motive ediyordu bu kelime oyunları.
“Gökyüzü lacivertti, lacivert bir gece, yıldızsız.” Bunu karanlıktan korkan bir yolculukta yanımdaki koltukta oturan bir kadın için söylemiştim. Karanlık değil, lacivert.
Bugün arkadaşımın olumsuz duygularıyla nasıl başa çıkabileceğini düşünürken, kendimi düşündüm. Evet yeni fark ediyordum, ben artık olumsuz duyguları yazarken yaşamıyordum. Ne olduysa bir yıldır okuduğum romanlar ve yazdığım yazılar beni değiştirmişti.
Demek ki bütün mucize romanlardaydı. Edebiyatta yer alan isimler, benim yazarlarım. Yaşadıkları acı vermiş, yoksun ve yoksul yaşamışlar ama yazmaktan vazgeçmemişlerdi. Mücadeleciydiler. Eserlerindeki karakterlerden anlayabiliyordum. Sorularıma yanıtlar arıyor, aradıklarımı buluyordum.
Artık karar vermiştim. Ne olduğunu şimdi anlamıştım. Eve girerken anahtarı kilide koyduğumda ve çevirdiğimde ve kedi karşıma çıkıp oturduğunda…
İyi edebiyat insanları iyi yaparmış. Bir de kediler. Sessizliklerinde çok şey anlatıyor kitaplar ve kediler.
İşte bugün kitabı okurken, son sayfalarını da okuduktan sonra bir masal sonrası gibi – ki bu aşk masalıydı- uyumak istedim. Yattım. Mutluydum. Ama sonra zihnim her zaman olduğu gibi okuduktan sonra yazmam için çalışmaya başladı.
On hafta süren atölye çalışmalarıma katılan arkadaşlarım ve öğretmenim de bana çok şey öğretti. Anlatmak için çalıştım. Anlamak için çalıştım. İnsan önce kendini anlarmış, sonra da başkalarını. Başkalarıyla empati kurarmış. Anlarmış.
Ah dönüp dolanıp Sait Faik’e ulaşıyorum. Haritada Bir Nokta. Kalemi açıp öpüyor. Çok erken aramızdan ayrıldın be usta. Yalnız o mu? Benim yazarlarım yavaş yavaş kitap fuarlarında görünmez oldular. Artık tadı tuzu kalmadı fuarların. İmzalı kitap almak, bir merhaba demek, sizin kitaplarınızı okudukça… demek için sıra beklemek.
Hiç unutmam da kulaklarımdadır sesi, Sait Maden’in. Şiirlerinizi severek okuyorum. Ama anlamıyorum. Sadece bir duygu, beni alıp götürüyor, gidiyorum, açıklayamıyorum. Kim açıklamak gerektiğini söylüyor, diye sordu. Sonra da şiirin açıklanamayacağını söyledi. Sıraya koydum şiirleri. Umarım ona da zaman kalır ve zamanı gelir. Hani bir genç vardı ve aynı şeyleri söylüyordu, onun için de çalışmak istiyorum. Ah beyhude çaba… Dağ ortada, herkesin dağı. Zirvede ustalar. Bana sadece yürümek kalır, nefesim yettiğince yürümek. Yoksa dağ dağ olur mu benim gibi okurlar olmasa?
İyi edebiyat insanları iyi yaparmış. İnsanın umudu kendisi. Herkesin umudu kendine.
Maguel’i anlayabilecek kadar öğrenecek miyim okumayı?
Manguel benim sığınağım. Bilmediğim ve de yorumlayamayacağım düşünceleri hikâyeleri başka kitaplara uzantılarını okumak beni dinlendiriyor. Bilmediğinde insan sessiz olur ya öyle. İçimden hiç ses çıkmıyor sayfalar boyu. Yeni şeyler öğreniyorum, unutacağımı bilsem de. Cümlelerin altını çizmemek için kendimi tutuyorum. Tam da zamanıymış okumamın bu kitabı; ‘Merak’. Bitmesini istemediğim için sanırım zaman zaman okuyacağım.
Yine sabah oluyor. Okuyamayacak kadar geç oldu. Bir kahve, bir müzik iyi gider. Yağmur yağar taş üstüne.
Edebiyat ormanlarında güzel bir gezintiye çıktım sayende. Daha doğrusu kendi canğılımı bırakıp seninkine üçtum. Çok keyifliydi bu uçuş. Blogların edebi deneme ve makale tadında. Sabah sabah nasil sabahsa yani şu saatte okuduğum ilk uzun makale olarak iyi geldi. Benim cangılda Suheyl Ünver Risaleleri ile 6.27 Treni ve Bir Bizans Bahcesinde dogan kızın lisedaşımiz bi ablanin Melda Kaptana’nın kitabi ve 19. Yuzyılda İstanbul. Arada sayfasina karton sıkıstırdığım onlarca kitap. Tabii ya Latife Tekin kitaplari da sırada. Okurken dikkat gerektiriyor. Arada Mersin’den Ali F Bilir ağabeyin Döngüde Bir Yusuf romani girdi ve pir giriş. Çok güzel yazmış. Ulusumuza böylesi bir kitap birakmak ister her Cumhuriyet aydini diye düşündüm. Yine senin cangıla dönelim ama burada değil telefonda. Sait Maden’in vefatindan önceki yıl fuarda görmuştük. Esiyleydi sanirim. Birlikte fotograf çektinmiştik. Insanlar pitir pıtır kopuyor dallardan ve savruluyor uzaklara. Yokluklari ölümden de beter. Görüsüruz sevgili Nermin. Eline sağlık.
Teşekkürler Emel. Yolculuğu anlatabiliyorsam ne mutlu bana. Bu da kitap gezisi yazıları olsun. Sevgiler.