GÜNLÜKLER – 25 Mart 2020
Rüya görmedim ama sürekli bir şeyler yazdım düşümde. Kalkıp hemen yazmalı ya da not almalıydım ama yapmadım. Akşam çalışmaya saatinde yazacaklarım bir hayli çoktu.
Akşam, çalışmaya okuyarak başladım. Canım sıkıldı. Oysa bütün gün evde kalmanın getirdiği ev içi sıkıntısını atlatmak için onca şey yapmıştım. Başarılı da olmuştum. Sokağa çıkan insan sayısı az. Artık herkes kendi sosyal mesafesini ayarlıyor. Hastanelerde salgın hastalık ve acil olaylar dışında kimse gitmemeye çalışıyor. Beklemek. Bunu hep yapmışımdır. Bir şeyleri beklemek. En kötüsü zamanın geçmesini beklemek. Bekleyince geçmez. Beklemekten başka ne yapabilirsin ki. Takvime bakarsın, saate bakarsın. Hiçbir şey yapmazsın. Şimdi ne kadar zaman geçmesini bekleyeceğimi bilmiyorum. Salgının geçmesini beklemek. Sonra her şeyin düzelmesini beklemek. Susmak. Belki de ağlamak.
Ne çok ağlardım. Konuşamadığım zamanlar anlardım. Çok naifmişim. Öyle olduğumdan değil sadece yüzüne vurmamak içindi. Bilmezden gelmek, yaptığının anlamasını beklemek. İş yerinde susmak ağlamak demekti. İşim yürüyordu sonuçta ve herkesle iyiydim. Hiç karşı çıkmadım. Sadece ağladım, canımı yakmışlar ama ben canlarını yakmak istememiştim. Kendim için bir şey istememiştim. “Öğretmeninizi çok sevdiğiniz için onu geri çağırdık.” Ne çok ağlamıştım. Bilmiyordum iki ay sonra yeni görev yerime gitmem gerektiğini. Elimde evrakla sınıfa girmeden gönderildiğim yeni okulda, müdür yardımcısıyla konuşurken, beni hemen burada göreve başlatmaları için nasıl da uğraşmıştım. “Hayır, şimdi başlayamazsınız.” Okulda neler olduğunu beni neden başından falan savdıklarını sordu. Bilmiyorum derken de yalan söylüyordum. Kolu kırılan öğrenciyi devlet hastanesine benim götürdüğümü görmemeleri için ara sokaklardan gitmiştim. Yine okul idaresinin yapması gereken işi ben yapıyordum. Benimle konuşmamaları beni incitiyordu. Ben onlara bir şey yapmamıştım ki. Bir şey de söylememiştim. Hep derlerdi naif bir insansınız. Ağlarken her şey çok net ve kesindi ifade etmeye bile gerek yoktu. Görmek isteyen herkes görebilirdi. İfade edemediğim için ağlamıyordum. Ama yaşanan olayları, kendi dağarcıklarına verilen kelimelerle hikaye ediyorlardı. Ben buna karşıydım. Gerçeği sadece gerçeği anlatmaya çalışıyordum.
Ne kadar konuşsam da ne kadar yazsam da hiçbir zaman gerçeğe ulaşamayacağımı artık biliyorum. Suskunluğumun yerini alan hıçkırıklarımın da anlamı yoktu. Dile gelmediği sürece kimse nedenini bilemeyecekti. Daha neler. Hiç de öyle değil. Kimseye aptal diyemezsiniz.
Kitabı okumaya devam ettim. Bu da kurgu dünyasının bir başka yüzüydü. Doğa iyileştirir ama insan her zaman zarar verir.
İlaçlarımı aldım, dozumu biraz arttırdım. Naif olan kendi dünyama bir an önce dönmek istiyorum. “Gelinciğin Rüyası” çocuk öykümü düşünüyorum. Canlıların birbirlerine insanlar kadar düşmanca davranmadıkları ve kırıcı olmadıkları kesin.
Depresyona girdiğimde dışarı çıkmak istemezdim hatta yataktan çıkamazdım. İşimi zorlanarak da olsa yapar yatardım. Güneşi düşlerdim, sarı ışıkları gözlerimi kamaştırır güzel bir uykuya dalardım. Denizi görürdüm. Gökyüzünü görürdüm. Onlarla konuşurdum. Psikiyatrım sorardı “Onlar sizinle konuşuyor mu?” “Hayır.” Bunu söylemek gerçekten üzerdi beni, herkes gibi bir ses duysam ne güzel olurdu. “Bu iyiye işaret” dediğinde şaşırırdım. “Sorun yok!”
Formda yazışmalar gecenin yarısına kadar sürerdi. Ne çok yakınırdık başkalarından. Kendimizi, onlar kadar duyarsız olamadığımız için suçlar, ilaçlarımıza sarılırdık. Psikologlarımızla olan terapilerimiz üzerine de konuşurduk. “Burada yaşamayı, normal hayata geri dönmeyi başarabilirsiniz. At arasını düşünün, ne kadar hızlı giderse o kadar tehlikeli. Her an kaza yapabilirsiniz. Dizginler sizin elinizde kontrolünüzde olmalı.” At, araba, dizgin, kaza?.. “Duygu, düşünce ve davranış.”
İlaçlar içimizden ona kadar sayabileceğimiz süreyi sağlıyor. Bir, iki, üç…
Geçecek. Bekle.
“Dün gece intihara kalkışmayı düşünen arkadaştan haberi olan var mı?”
Benim yok.
“Ona nasıl ulaşabiliriz. Birisinde telefon numarası olabilir.”
Bende yok.
Artık kimseye karşılık vermek içimden gelmiyor ama ağlama krizlerim geçmiyor. Birden karanlığa ve boşluğa düşüyorum. Yürüyen ben değilim, konuşan ben değilim. Ben kimim?
Çantamı çalıyorlar. Bütün kimliklerim çanta ile birlikte kayıp. Kim olduğumu ispatlayamam. Yeni kimliklerim çıkıncaya kadar kimse bana kim olduğumu sormamalı. Ağlamak istiyorum. Nasıl olur da böyle bir zamana rastlayabilir. Şansızlık bu. Neden ben?
Bu duyguları tetikleyenin ne olduğunu biliyorum. Biraz dinlenmek her zaman iyidir. Beklemeli. Herkese hak veriyorum. Hiçbir şeyin zamanı değil. Tatilin, kitaplarımın basımının… Bekliyorum ki zamanla ekonomik durum düzelsin, eylemlerin sonuçları alınsın. Haydarpaşa Garı eylemi, savaşa karşı olduğumuz için yapılan eylemler, HES’le direnmek, sular altında kalan antik kentler, 100 Temel Eser’e karşı çıkmak, eğitimde fırsat eşitliği istemek, şiddete karşı eylenmelerde bulunmak, kadına şiddete hayır…
Yayınevini arıyorum.
“Basmayacaksanız açıkça belirtin ki başka yayınevlerine göndereyim. Lütfen daha fazla bekletmeyin. Yirmi yıldır kitabımın basılmasını bekliyorum.”
Gülüyor yayıncım. Ben de gülüyorum. “Yirmi yıl olmadı ki…” diyor. Ben de gülerek “Biliyorum ama neredeyse olacak yani beş yıl sonra yirmi yıl dolacak” diyorum.
Umudumu kaybettim. Tutkuyla okuyorum. Kendim için okuyorum.
Kardeşim e-kitaptan söz ediyor. Benim çocuk öykülerimi e-kitap olarak yayınlayabiliriz. İstemiyorum. Ben sadece okumak istiyorum.
Kitabevinde okurlara yardımcı olan Sefer, beni çalıştığı yayınevinin kitaplarına alıştırdı. Her kitap ayrı bir tatta ayrı bir şölen, ayrı bir dünya. Onu eğer tekrar görebilirsem teşekkür edeceğim. Sadece roman okumamı sağladı.
Bu gece rüyasız bir uyku çekeceğim. Kitap basımı için uygun bir zaman değil. Okumak için uygun bir zaman değil. Kitap almak için uygun bir zaman değil. Ekonomik olarak destek olmak mümkün değil. Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.
Her şey eskisi gibi yani konuşmalar değişmedi, sorunlar aynı sözdizimiyle açıklanıyor. Lanet olsun. Değişen hiçbir şey yok. Gittikçe batmak bile değil, bu tam olarak söylemek gerekirse yerin dibine gömülmek.
Gülşen telefonda bana okuduğu bir yazıdan söz ediyor. Yazdıklarımız kurgudan ibaret. Kendi hayatımızı anlatmaya çalışsak bile mutlaka içinde kurgu da var. Okuduklarımız gerçek değil yani. Onu dinledikten sonra “Biliyorum canım. Kimse Proust olamaz,” diyorum.
Gelinciğin Rüyası’nı yazmaya devam ettim. İnsanoğlu kendini yağmurdan, soğuktan, kardan, selden koruyamıyorsa bu doğanın suçu değil ki.
Okula gelmek üzereyim. En işlek olan caddeyi geçince sokağa döneceğim, sonra okul var. Kırmızı ışıkta duruyorum. Bir erkek çocuk arabaya yaklaşıyor. “Yasin ne işin var burada?” diyorum çocuğa. “Mendil satıyorum öğretmenim.”
Muhammed dersi dinlemiyor. “Neyin var Muhammed?” “Öğretmenim dün dozerler geldi neredeyse evimizi yıkacaklardı.”
“Öğretmenin yarın işe çıkacağım, okula gelemeyeceğim,” diyor öğrencim Harun.
“Ne işi?”
“Ayakkabı boyacıyım.”
“Abi lan, insanlar yalnız kendilerini düşünüyor, bizim başımızı sokacağımız bir evi bile çok görüyorlar.”
Bir yanıt bırakın