GÜNLÜKLER – 19 Mart 2020

GÜNLÜKLER – 19 Mart 2020

İlk etkilendiğim ölüm haberinin üzerinden sekiz yıl geçti. Onun ölümünden sonra her şey değişti. Benim de bir ölümlü olduğumu ve her an ölebileceğimi düşündüm. Benim isteğimin dışında gelişecekti. Bilinmeyen bir zamanda…

Kendi ölümümü gördüm, yatakta yatıyordu. Uyandığımda artık hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Belki ifade edemedim yeni bakışımı belki de farkında bile değildim. Ama değişmiştim.

Savaşlar sırasında insanların yaşamak için verdiği mücadeleyi hep düşündüm. Her şey hayatta kalmak içindi.

Üç ay sonra bu kabustan uyanınca birçok şey değişecek. Bu değişime hazır mıyım? Metamodernizm değil de dijimodernizm öne geçti. Geçmiş yok. Salınım yok. Bugün yaşananlar geçmişle bugün arasına büyük bir duvar ördü. Yeniden başlamak nasıl bir duygu? Bunu üç ay sonra ifade edebilirim.

Bugün ebeveynlerimle konuştum. Dışarı çıkmalarını istemiyorum. Bu demek değil ki hasta olmayacağız. Sadece erteliyoruz. Herkesten sonra en son hasta olmak demek hastanede bakım alabilmek demek. Yürüyüşe çıkamıyorum, dedi. Çıkabilirsin, sadece bir yerlere girme, yolda yürü gel, telefonun olsun yanında, seni arayabileyim. Hava soğuk ve rüzgar şiddetli esiyor. Bu havalar baş ağrısına neden olabilir.

Bugün bu kadarlık. Çünkü geçmişle bugünün arasındaki duvarın yükselmesine engel olamıyorum. Oysa sonra yazmak boşuna olacak. Bugün düşündüklerimden çok farklı düşüneceğim. Ben şimdiyi istiyorum. Şimdiyi. Neler oluyor?

Kardeşimle konuştum. Aynı kuşakta olmamıza rağmen yaş aramızda az olmasına rağmen benim seçici algımın farklı olduğunu söyledi. Ona çocukluğumuzda katıldığımız resim yarışmasının sonuçlarını söylemiştim. Coşkuyla söylemiştim “Harika bir üçlü hikaye oluşturmuşlar. Geçmiş, şimdi ve tren istasyonu. Her şey gelip geçici. Anlıyor musun?”  “O zamanki seçici kuruldakiler senin bugün düşündüğün gibi düşünmemişlerdir. Hiç sanmam. Emlak Bankasının açtığı yarışmaydı, değil mi?”

“Evet.”

Ödül olarak para veriyorlar ve Emlak Bankası hesabımıza yatırılıyor, bir de kumbara veriyorlar, küçük bir ev. Hayalini kuruyorum küçük bir evin. Bu kumbara hâlâ duruyor. Ama parayı çekmeyi unutmuşuz. Annem hâlâ söylüyor, neden zamanında almadık ki… Hazineye kalmış para, çocuk yaşta hazineye destek vermeyi öğrenmişiz.

Kardeşime  Yeşildere’yi anlattım. Yeniden yeniden anlattıkça başka şeyleri de anımsıyorum ve hikaye gittikçe gelişiyor. Yeşildere ilgimi çekmişti. Trenle İzmir Basmane’ye giderken oradan geçerdik. Tepelerdeki üst süt tek katlı evlere bakardım. Çocukları görmek isterdim. Kimse olmazdı sokaklarında. Okul arardı gözlerim, park arardım. Orada insanların yaşayıp yaşamadıklarını hep merak etmiştim. Bütün bunların nedeni elbette ki Şehmus’du.

Şehmus bizim bahçenin bir bölümünde yer alan depo benzeri yapının dört odalı bölümünde kalan ailenin çocuklarından biriydi. Beş kardeşlerdi ama diğerlerini hatırlamıyorum.  Annesinin kucağında bebek olurdu ve  karnı her geçen gün daha da büyüyordu. Şehmus’a yeni bir kardeş. İzmir’de yeni bir yerde, güzel bir yerde devam edeceğini sanıyordum. Büyüklerimden duyduğum birçok şey olabilir. Büyük olasılıkla da sorular sormuşumdur. “Nereye taşındılar?” “İzmir’e…” “İzmir’de nereye? Şirinyer’e mi?” “Orada ev tutmazlar.” Yeşildere demişlerdir belki de.

Şehmus arkadaşım değildi, yaşıtım da değildi. Küçük bir çocuktu. Okula başlamamış olmalıydı. Zaten Türkçe konuşmazdı. Benimle oynamak istemezdi ya da kız çocuklarıyla oynamazdı.  Gerçi bahçenin etrafında fazla ev yoktu. Yani Şehmus’un arkadaşı büyük olasılıkla yoktu. Arkadaşı bahçeydi. Çeşmenin altına girip yıkanır, kimse onu çeşmenin altından alamazdı.

Benim de bahçeye yakın oturan arkadaşım yoktu. Buraya sürekli yalnız gelirdim. Kardeşim olurdu bazen. Henüz oturduğumuz ev yapılmamıştı. Küçüktüm bu bahçe alındığında. Ailecek gelirdik, ebeveynlerim bahçe işlerini yapar biz çocukları da artezyen suyuyla oynar, arkları bozar, suları taşırırdık. Sonra bozduğumuz arkları toprakla düzeltmeye suyun kaçışına engel olmaya çalışırdık. Buz gibi akardı su. Sıcak havalarda kızgın güneşin altında, buz gibi akan arkın içinde yürümek güzeldi. Gazete kağıdından yaptığımız gemileri yüzdürürdük. Güneşin altında hemen kururdu çamurdan yaptığımız çocuklar, kaplar, kurabiyeler…

Şehmuslar geldiğinde biraz daha büyümüştüm. Artık o binada hayvan bakmıyorduk. Bina temizlenmiş, depo olarak kullanılıyordu. Asında burada oturacağımızı sanırdım. Öyle olmadı. Yıllar sonra ev yapıldı. Binanın bulunduğu bölüm de başkasına satıldı. Araya da bir duvar örüldü.  Şimdi bahçede üç yüz elli ağaç var.

Büyük depoda baktığımız hayvanlar hakkında da çok yazdım. Tavuş kuşlarımızı, koyunlarımızı, ineklerimizi, hindilerimizi, tavuklarımızı, tavşanlarımızı…

Bütün bu anıların anlamı kalmayacak üç ay sonra. Üç ay yaşadığımız travmaları anlatmaya çalışır olacağız. Alt üst olan hayatlarımızı…  Şimdi bu nedenle zaman çok değerli.

Saat ilerliyor. Dışarısı soğuk ama içerisi sıcak. Buradaki yukalar sanırım bu yıl çiçek açmayacak. Saatin  tik taklarını işitiyorum. Geçmiş bir uzaklaşıyor bir yaklaşıyor.

Yeşildere’nin hikayesi bir novella olabilir de. Bu benim gerçekleri kurgulama gücüme bağlı. Belki de artık bir anlamı olmayacak.

Ya yoksulluk?.. Onun hakkında ne söyledi neyi anımsattı? “O zaman hepimiz yoksulduk. Birbirimizden farklı değildik.” Sanatçılar da yoksuldu. “Kitaplar gazeteler alınır, okunurdu.” Demek ki yoksul değillerdi, yemez ama okurlardı, dedim.

Üniversite yıllarında şimdiki ev yapımı tamamlandı. Tek katlı bir ev. “Temeline cüruf  atılmıştı anımsıyor musun?” “Evet.” Cüruf, kara trenlerin kazanlarından çıkarılmış, atılmış  yanmış kömür artıklarıydı. Anlatmaya kalksam kara trenin hikayeleri çok uzun sürer. Eve taşındıktan sonra bizim gibi birçok aile daha büyük evlere taşınmaya başlamıştı. Artık her çocuğu ayrı bir oda isteniyordu. Fark böyle başlamış olmalı. 80’li 90’lı yıllarda.

67 yılında yaşadığım yer benim için bir masal ülkesi. Hiç görmedim ama hep düşledim. Bir göl kenarında, kapısında kilit olmayan pembe badanalı bir ev.

70’li yıllar Amerikan süt tozlarıyla ve unlarıyla okullarda beslenme yaptığımız yıllar. Yani yoksuluz.

Tarlamız da var ve tarla işleri yapıyoruz. Yevmiyeli işçilerle birlikte çalışıyoruz. Annem babama bizim de yevmiye almamızı öneriyor. Babam kabul etmiyor ve “Paranın tadını alırlarsa okumazlar” diyor.

80’li yıllar üniversite yıllarım.

90’lı yıllar ve sonrası İstanbul Sevdasıyla geçen yıllarım.

  1. “İstanbul’a göç olmasa bu kadar bozulmazdı.” Hiçbir şey söyleyemedim. Çünkü artık dönemezdim, ayrıca ben ona hizmet veriyordum. Her şeyi kişiselleştiriyorsun. Hayır, kişiselleştirmiyorum. Benim gibi gelen birçok insan var. Sitede güvenlik görevlisi de memleketini bırakıp gelmiş. Apartman görevlisi yani bir zamanlar görevi gereği kapıcı denilen göçmenler. Sahi kim kimi, kimden koruyor demiştiniz?
  2. İlk çalıştığım okulun bulunduğu yer güzel bir yerdi. Bir site için çok uygundu. Zemin kayalıktı, depreme dayanıklı binalar yapılabilirdi. İleride çok değerlenecekti. Dedim ki kooperatif burada ev yaparsa ben de katılmak isterim. Merkezde yapmaya karar verildi. Beş yıl sonra da bu bölge tanınmaz hale geldi Ağaoğlu İnşaat ve diğerleri tarafından yüksek koruma duvarları olan, güvenlikli siteler, apartmanlar, villalar yapıldı.

Yoksulluk sanırım bu zamanlarda hızla ilerledi. Bir yanda villalar yer aldı, diğer yanda da derme çatma evler veya nişanlıklı kızlar gibi kırmızı kiremit duvarlı bir iki katlı binalar.

“Biz burada olmaktan mutlu muyuz? Yoksa mutlu olmaya mı çalışıyoruz?” diye sordu Emre, dördüncü sınıfta.

Hiç düşünmemiştim. Ben mutluydum sınıf kapımı kapatınca. Her şeyi yapıyorduk. Mektup arkadaşlarımız vardı, kitaplarımız vardı, resimler yapıyorduk rengarenk, yazılar yazıyorduk, basılmamış bir kitapları vardı, derslerimiz iyiydi… Ah yıllarca yanıtını aradım bu küçük çocuğun sorusuna. Oysa yanlış düşünen oymuş ben değil. Mutluyduk. Mutlu olmaya da çalışıyorduk. Çünkü hayatın kendisi bu ikisini de içeriyordu. Mutluluğu biz yaratabilirdik. Yaratabiliyorduk ve mutluyduk. Yokluk olabilirdi. Yoksulluk olabilirdi. Bu soruya kadar yoksulluğa bakışım başka bakışların etkisinde değildi. Beni de bozdu bu soru. Yoksulluk üzerine kitaplar okumaya başladım. Bu okuldan idarenin yapması gerekenleri…

“Neden herkes beni görünce yolunu değiştiriyor, başını çeviriyor?”

“Çünkü sen idarenin yapması gereken şeyleri yapıyorsun,” dedi.

Birlikte yapmıyor muyduk? Öyle sanıyordum.

“Çocuklar öğretmenizi siz üzülmeyin diye geri çağırdık. Karnelerinizi verdikten sonra gidecek.”

Sınıfa girdim. Hayır, diyemedim. Gerçekleri söylemiyorsunuz, diyemedim. Ağladım hıçkıra hıçkıra. Sınıftan kaçarak uzaklaştı açıklama yapmakla görevlendirilen kişi. Çocuklar bana küstü. Onlara nasıl derdim, size zarar gelmemesi için gitmem gerekiyor. Sizi daha fazla koruyamıyorum. Gücüm yetmiyor korumaya. Yanınızda olmadığım zamanlar da… Korkuyorum, size zarar veriyorum. Diyemedim. Küçük Kelebek’i bir anı olarak bıraktım onlara. Bir de Çizgi Çocuk’u. İki kitap da onların eseri. Çizgi Çocuk’un yaratıcısı Aslı’ydı. Ah ne güzel bir resim çizmişti, mavi bir derenin üzerinde uçan kuşlar gagalarından rengarenk bulutlar sisler bırakıyordu. Onun bana bir sarılışı vardı… Büyük insanlar gibi karşılıyordu yaşadıklarını. Bana bir sarılışı vardı… Bir çocuğun yaptığı mutlu çocuk resmini Aslı yaptı, diye düşündüm, o da mutlu bir çocuktu diye inandım.

İntihar düşünceleri üzerine, bu konuda birçok kitaplar aldım. Okuyamadım, kendimden korktum. Karanlık dipsiz bir kuyu boşluktur. Giren ölür. Her biri başkaydı. Sorunlar başkaydı. Çocuk yurtlarına gitmelerinin nedeni, okuldaki yaramazlıkları olamazdı, bu doğru değildi. Eskiden çocuklar gerçekten saf ve masumdu. Üç kişilik masada dört kişi oturabiliyordu. Sırayla birer birer ayakta duruyorlardı. Yazısını yazan kalkıyor, ayakta olan oturuyor yazıyordu. Eğitimde fırsat eşitliğini yakalamaya çalışmak.

Her şeyimizin olduğu bir dönemde ayrıldım onlardan. Hiç mi hata yapmadım? Elbette yapmışımdır. Ama en azından daha az yapmaya çalıştığımı, kendimi geliştirmeye çalıştığımı düşünüyorum.

Adım kötüye çıktı, aşı yapılan bir çocuğa… Önlüğünün kolunu sıyırmışlardı, kollarından tutmuşlardı, çocuk çığlık çığlığa bağırıyor, ağlıyor, ayakları havada çırpınıyor, tepiniyordu. Onu nasıl aldım kollarından anımsamıyorum. Bu bir travmaydı.

Önüne geçilemeyen her şey travmaydı. Hırsızlık, intihar düşünceleri, ebeveynlerden ayrılmak, boşanmalar, işsizlik, aşağılamalar…

Muhammet yeni gelmişti köyden. Saçlarını annesi kesmişti. Çocuklar dalga geçiyordu. Sanki kendilerinden farklıymış gibi… Para verdim berbere gitmesini istedim. Yeni gelen birisini hemen öteki ilan ediyorlardı. Ben ötekileştiriyorsam eğer, onlarda gördüklerimdendir. Yıllarca yazma zamanının gelmesini bekledim. Ötekileştirmeden yazabilmek, duygusallıktan, başkalarının bakış açısından farklı olmak… Başka bir şey olduğunu anlatabilmeyi öyle çok diledim ki… Kalem tutsun da yazayım dediysem, yine onlar içindi. Benim anlatacak hikayem yalnızca bir aşk hikayesi. Başka bir şey değil. Kaybettiğim… Yenilmek de güzeldir. Yenilmişken güzel yenilmeli insan. Karlar Kraliçesi. Göz yaşları kalbindeki buzu eritecekti ya hani.

“Bunun çocukluğu kötü geçmiş sanırım.” Ve başka dedikodular.

Hayır otuz yıl sonra İstanbul adını verdikleri yerde yaşanılanlara, yaşatılanlara bir baş kaldırıştı. Ben böyle yaşamamıştım. Ama okumuştum. Ya onlar?.. Neden onlar bunlara göz yumuyordu? Çocuklukları benim çocukluğumdan daha çok iyi geçtiği için mi?

Bir mendil hakkımı burada kullanmak istiyorum.

2002 eğitim döneminde bir başka bölgeye tayinim çıktı.

Şu sıralar okuduğum kitaplar İtalyan bir yazarın kaleminden tarihi öyküler. Tarihini bilmediğim bir ülkenin öykülerini okurken kendi tarihimizi de düşündüm. Usta yazarlarımızı andım. Her şey öyle hızlı ilerliyor ki henüz okuruna ulaşmadan geçmişte kalıyor anlatılanlar. Ben şimdiyi, hemen şimdiyi istiyorum. Kısa kısa yazılmış yazıları takip ediyorum sosyal medyadan. Kısa anlatımların uzatılmasına hiç gerek olmadığına inanmaya  başladım. Öyle çok bilgi yaşanmışlık var ki… İyi bir öykü ya da roman okuru bu paylaşımların öncesini ve sonrasını kurgulayabilir. İyi bir okur yazarlık gerekiyor bunun için de. Roman ölüyor belki de. Ama roman olmazsa parçacıklardan bütünü görmeyi nasıl öğrenebiliriz ki.

Salgın hastalık nedeniyle okullarda eğitime ara verildi. Pazartesi gününden itibaren internet üzerinden eğitim başlayacak. Ebeveynlerin çocuklarını masa başına oturtmak için neler yapacağını düşünemiyorum. Hiç. Hiçbir şey yapamayacaklar. Eğitimciler üniversitelerde çocuklar masa başına nasıl oturtulur, diye bir ders almıyorlar sanırım. Eğitimciler yıllar içinde bunu nasıl yapacağını yaşayarak öğreniyorlar. Ebeveynler de ömür boyu çocuk yetiştirmiyor ya. Sorunu kim çözecek? Kimler, sesini kimlere yükseltecek bakalım.

Elmaları yazdın mı, diye sordum. Bugün telefon açmıştım ona. Yazmamış. Belki de ben yazarım. Öyle saf gençlerdik ki… Gözlerimizden okunuyordu. Şimdi kimsede böyle bakışlar yok. Hepsi aldığımız eğitimin sonucu elbette. Gelecekte bizleri nelerin beklediğini bilmiyorlardı, inançları doğrultusunda yetiştirdiler, idealistti onlar. Bizler de parçalanan hayatlarımızla bir ömür bedelini ödedik. Salınan bir düzende, gidip gelerek zıt kutuplar arasında. Parçalanmış hayatlarımızda büyüttüğümüz çocuklar şimdi neler yaşıyor?

“Çocukluğumuzda oyunlar kurar oynardık. Şimdi dünya kuruyor oynuyor bizimle.” Muhammet bunu söylemişti henüz liseye başladığı yıllarda. Yıl 2009. Çalıştığım ikinci okulda bir öğrencimdi.

Yazıya başladığımda ne yazacağımı bilememiştim. Bir şey anımsamıyorum diye üzmüştüm kendimi. Öyle değilmiş meğerse. Çocukluğum çalışarak geçmiş, okuyarak. Eğlendirme amaçlı değil, meslek sahibi yapmak üzere eğitim almışız. İdealist eğitim. Ben mutlu etmek için çalışmışım. Önceliğim mutlu çocuklukmuş. Çünkü yaşadıklarına bir başka açıdan bakmalarını istemişim. Yoksulluk değil, yoksunluk. Kitapları olan bir çocuk yoksul değildir.

İşte çalıştığım dönemleri yazmaya başlayınca anlatacak bir şeylerim olduğunu anladım. Durmaksızın yazıyorum çünkü. Anımsadıklarıma yetişemiyorum. Benim çocukluğumla ilgili yazacak bir şey yok.

Yazdıkça bütün her şeyi nasıl parçaladıklarını, lime lime ettiklerini ve sonunda kaybettiğimi görüyorum. Şimdi bu parçaları geç de olsa birleştirmeye çalışıyorum.

Mendili çöpe atıyorum. Yazmaya ara veriyorum.

Annem “Corona günlükleri yazsana” dedi.

“Yazamam, bir romana başladım. Sen neden yazmıyorsun?”

Annem bir defter çıkardı, yazmaya başladı. Kısa kısa yazmaya başladı. Defterine baktım. İki sayfada kalmış. Bugün bir şey yazmamış. Kısa kısa yazmak…

Kimsenin zamanı yok uzun yazmaya ve uzun yazıları okumaya. Yine de corona sonrası yaşanacaklardan önce bunu bitirmem gerekiyor, yeni bir çağa ayak uydurmak için.

 

 

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*