GÜNLÜKLER – 18 Mart 2020
Uyandığımda saat geç olmuştu. Aslında kalkmayı düşünmüyordum. Zamandan bol bir şey yok artık. Her şey durmuş sanki. Zaman dışında elbette. Bugünün şimdinin etkisi ağır. Bundan uzak durmak için yapabileceğim tek şey okumak ve anımsamak.
Bugün misafirimiz vardı. Küçük bir kız.
Kitaplarımı kurcaladı küçük kız. İsimlerinden bir şey anlamadığı kitapları bir yere ayırdı. Ne anlatılıyor, diye soruyor. Neden anılarımız her anımsayışımızda değişir? Sana bunu nasıl anlatacağımı bilemiyorum. Belki de şöyle söylemeliyim; unuttuğumuz bir şey olduğunu fark edince anılarımızın sonu da değişiyor. Örnek verebilir misin? Dördüncü sınıfta resim yarışmasında, yağlıboya resmiyle ilçede ikincilik kazandım. Ödülümü almak için gittim ve sergilenen resimlere baktım. Çok mutluydum ama içimde tuhaf bir duygu vardı. Neden bana ikincilik ödülü verdiler? Neden birinci değilim? Yarışmada dereceye giren resimler neye göre seçilmişlerdi. Zaten üçüncülük alan resim de kardeşimin resmiydi ve ona bunu çizdiren benim. Mutlu muydum gerçekten? İkincilik ve üçüncülük ödülü aldığım için yani. Birincilik alan resim Efes’i anlatıyordu. Üçüncülük alan resmi kardeşim yapmıştı ama ben söylemiştim yaşadığımız evi yani istasyonu çizmesini. Boyamasında yardım da etmiştim. Ben de Yeşildere’yi anlatıyordum, tepelerin arasında akan boklu yeşil dere ve evler dizili tepeler…
“Eeee…”
Hikaye sanırım onun yaşına uygun değildi. En azından bugünkü anımsayışımla öyleydi. Yıllarca yazmaya çalıştığım bir öyküydü bu da. Anımsamaya çalışıyordum. Trenle oradan geçerken çocuk gözümle burada ne gördüğümü düşünürdüm. Aradıklarımı anımsıyorum; bir okul. Camileri vardı ama okulları görünmüyordu. Çocuklar da yoktu. Neredeydiler? Kreş neredeydi? Parklar yoktu. Dere neden mavi değil de yeşildi? Tabakhaneleri görürdüm. Binaların çatılarında asılı hayvan derilerini. Tabakhanesinden yeşil akan deresi yüzünden kokardı.
“Uzun hikaye. İşte böylece her anlatı sonunda başka anlamları da beraberinde getirir.”
“Yani…”
“Bunu sana sonra anlatayım. Şimdi başaramadım.”
Antik kent Efes, İzmir Yeşildere’nin yeşil dereli tepeleri ve tren istasyonu. Üçü bir araya gelince istasyondan gelip geçen bu hayatlar, duraklar…
“Ya bu?..”
İtalo Calvino’nun kitabını gösteriyor. Yazarını tanıyorum ama nereden çıkaramadım, diyor. Anımsamış olmasına seviniyorum. Yeni okuduğu bir kitap Kızlara Masallar. Evet, diyor sevinçle.
Değişen Dünya Değişen Dil. İlgisini çeken bu da oldu ama aslında daha çok benim ilgimi çekiyordu.
Eğer uyanabilirsem, üç ay sonrasına, dünyanın değiştiğini göreceğim ve kullandığım dil de değişim gösterecek. Deneyimlerimiz de bizi değiştirecek. Ağlayacağız, farkında olacağız gerçeklerin ve her gözyaşı her haykırış bir başka gerçekliğe açılacak; yine gözyaşı yine haykırış. Neden ağlayamaz bir insan? Yanıtını sanki biliyorum ama bilmezden gelmek daha çok işime geliyor.
Ebeveynim dışarı çıktı. Dolmuşa binmeyecek ve insanlarla yakın temasta bulunmayacak. Bu haftadan sonra bunu da yapamayacak.
Gülizar’la telefonda konuştum. Ona lisedeki anılarımdan yazdıklarımı değil yazmadıklarımı anlattım. Düşüncelerimi değil, olayları aktardım. Bunları yazmamı söyledi. Yazmak kolay değil. Çünkü farklı bir dil gerekiyor bunu anlatmak için. Değişen bir şeyler olduğunu seziyorum ama yazıyla anlatamıyorum. Bana elinde hırpaladığı gülü trene atlarken uzatan Öznur’u anımsıyorum. Lisede istasyon lojmanlarında oturuyorduk. İki oda bir mutfaktan ibaretti. Büyük bir avlusu vardı. Kardeşimle kullandığımız odada çift kişilik yatak vardı. Onunla birlikte yatardık. O benden önce yatardı. Işıktan rahatsız olmazdı. Ben geç saatlere kadar çalışırken, babam nöbetçi olduğu daireden çıkar panjurun önüne gelir vururdu. Yat artık, saat geç oldu, derdi. Yarın kalkamayacaksın. O gün Öznur beni çağırmış olmalı ki lojmandan çıkmış onu treni beklerken bulmuştum. Elinde kırmızı bir gül vardı; kısa saplı kırmızı yaprakları susuzluktan buruşmuş bir gül. Uzun zamandır elinde evirip çevirmiş olmalıydı. Nereye gidiyorsun? Başka kente… Okula gelmeyecek misin? Gelmeyeceğim. Okullar kapanıyor zaten. Kara tren geldi. Biraz daha peronda yanımda durdu. İstasyon şefi olan babam trenin hareket etmesi için işaret verecek. Öznur elindeki gülü bana uzatıyor, trene atlıyor.
Seni tanımakta çok geç kalmışım.
Daha önce aramızda nasıl bir konuşma geçti de bunu düşündü bilmiyorum. Hiç konuşmamıştık oysa. Lisede okuma sevdalısıydım. Kimseyi görmek bile istemiyordum. Ders kitapları masamın üzerinde yığılı dururdu. Bir konunun çalışılması için masaya dört kitap açılırdı. Hepsi de okunurdu. Ders kitaplarının arasında saklı okuduğum romanlar ve dergiler de olurdu. Panjur tıklatılırdı; yarın kalkamayacaksın, yat artık.
Gülizar yaz diyor. Ne yazayım? Ben senin kadar çok anımsamıyorum. Ben de bu kadar anımsıyorum zaten, başka anım yok. Yani çok yok.
Ona birkaç anımı anlatıyorum. Yoksulluğun ne olduğunu bilmeyen yoksul çocuğa yoksulluk nasıl anlatılır? Gülizar da bilmiyor. Büyüdüğümüz mahallerdeki bakkalları anımsıyoruz. Onun anısında helvalar var. Helvaları görünce canı çekermiş. Anneannesinin almasını beklermiş. Ben de lokumları ve bisküvileri anımsıyorum. Leblebi tozu, diyor Gülizar. Tüp içindeki çikolatalar, diyorum. Dondurma, diyor. Horoz şekeri, diyorum, en çok sevdiğim şekerdi.
Yoksulluk bir şeyi alamamak değil. Yoksulluk sana olan bakış, yöneliş. Ben bunu nasıl anlatabilirim? Bana yönelen bakışla anlatmak değil de, benim gördüğümle ilgili olmalı yazı. Değişimin gücü burada başlıyor. İlkokul dördüncü sınıf öğrencim Cesim hemen kitaplığımızın kırık kapısını tamir etti, pencerenin camı kırıktı hemen perdeleri çektik. Sınıfı süpürdük. Kitaplarımızı düzelttik ve… Misafirlerimiz kapımızı çaldı ve kapı açıldı içeri girdiler… Onları gördüğümüze sevinmiştik. Kardeş okul olabilirdik. Hep birlikte top oynamak için bahçeye çıktılar…
Büyüklerimiz Kurtuluş Savaşı sonrasında dünyaya gelmişlerdi. Yoksullukları, yokluklar aslında. Belki de yoksulluk bile değil. Bizim kafamızı karıştıran bu olsa gerek. Yoksunluk olarak biliyordum hep. Şeker kuyruğu, tüp kuyruğu, ekmek kuyruğu…
Babaannemlerin evi mezarlığın yanındaydı. Cenaze olduğunda büyükler gelir, evimizin duvarına çocukları dizer onlara avuç avuç şekerler verirlerdi. Kardeşimle ben de heybelerimizde dizilirdik duvarın önünde. Koca hikayeyi bir iki cümlede tükettim işte. Akide şekerleriydi. Park hemen evimizin önündeydi ve havuzunda erkek çocuklar oynadığı için gitmemize pek izin verilmezdi. Babaanneme ait anılar… Halam, kuzenlerim… Babam çocukluğunda aşık kemiğiyle oynadıklarını anlatırdı. Akşamüzerleri acıkan varlıklı ailelerin çocukları evden ekmek getirir yanlarında yermiş, yemediklerinin üzerine de işer atarlarmış.
Saat çok geç oldu. Ama yatmak istemiyorum. Masanın üzerindeki küçük vazodaki çiçeklere bakıyorum. Hepsi de bahçeden toplandı.
Bahçe küçük değil. Üç kişinin bakabilmesi olanaksız. Burası çocukluğumdan bu yana değişmedi. Değişmediği için de anlatmaya değer bulmuyordum. Değişen çevremizdeki her şeydi. Tarlaların üzerinde bitivermişti apartmanlar. Karşımızda incecik bir dere akardı da etrafında sazlıklar olurdu. Bazen giden koparırdık ve gövdesinden düdükler yapardım. Bazen de uçurtmalarımın çıtası olurdu bunlar. Ama ne uçurtmalar yapardık babamla. Rengarenk olurlardı. Kuyrukları da ayrı ayrı renklerden. Belki de bu bahçeyi anlatmalıyım. Lisedeyken her gün bahçeye gelir, çalışırdık. Her türlü şey ekilirdi. Çapalanırdı, toplanırdı işçilerle birlikte. Annemle yarış yapardık. O her zaman benim önümde olurdu. Onun hızına yetişemezdim. Zeytinler toplanırdı, pamuklar toplanırdı… Tütün ektiğimizi anımsamıyorum. Ama başka tarlalara yardım etmek için giderdik. Ellerimiz simsiyah olurdu, zift elimizden avucumuzdan uzun süre çıkmazdı.
Bir çiftçinin yaşamını anlatmayı ne çok istemiştim. Ne çok denemiştim de başaramamıştım. Bir memurun yaşamını anlatmayı da çok denedim, başaramadım. Bir kadını, bir çocuğu… Hiçbirinde başarılı olamadım. Bu nefret nereden geliyor, diye sormuştu kadın yazar, Yeşildere öyküm için. Nefret mi? Ne nefreti, yaşadığı hayat bu! Kimisinin elinden şans tutar ve çeker. Nefreti başkasına yönelir.
Liseli yıllarımı geride bıraktım. Çok fazla anım yok. Gerçi ortaokul yıllarıma ait anım da çok değil. İlkokul da az. Okuduğum kitapları daha çok anımsıyorum belki de. Karlar Kraliçesi.
Gelelim aşka. Böyle günlerde aşk ne yapıp edip kapıdan pencereden, güneşin ışığından içeri süzülüvermezse hayatın tadı olmaz.
İlk okuduğum ve etkilendiğim, ilk ve son aşk kitabı Karlar Kraliçesi. Okuduğum diğer kitaplarda aşk sadece bir fon, bir renk, bir çizgi… Ben çizgiden kadınım. Karakalemle resim defterime çizdiğim…
Çocuklara anlatılan eski aşk masallarında, kızların iyilik yapmasını, kendilerine verilen her işi ve görevi yapmasını öğütlerler. Yapmazsa cezalandırılırlar. Paşalar gibi durur prensler. Ama Karlar Kraliçesi çok farklı benim için. Ne prens vardı ne de prenses. Onlar aynı yerde yaşayan birbirlerini seven iki çocuktular.
“Güller açar güller solar ve bir gün yine gelir bahar.”
İlkokul ikinci sınıf mıydı? Sınıf kitaplığındaki o resimli büyük muhteşem kitaba gelip gidip bakıyorum. O benim olmalı, benim olacak! En hızlı okuyana ödül olarak verilecek. O kitap sonunda benim oldu. Kitabı ilk kez ben elime aldım, ilk ben okudum, ilk ben resimlerini içtim…
Yine bahar. Defne çiçeklenmiş. Erik ağacının tepesi dumanlı. Asmaların yeşil yaprakları tomurcuklanmış. Toprakta her gün bir başka çiçek açıyor.
Uykum geldi. Bu filmi daha önce böyle izlememiştim. Her anımsayış bir başka dünyaya açılıyor. Burada olmayan bir dünyaya. Uyandığımızda aradan çok uzun zaman geçmiş gibi olacak.
Bir yanıt bırakın